Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez

 

Allah kötü sözün açığa vurulmasını sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir

 

Yaşlandığı için evinde namaz kılmak ve yakınlarına da kıldırmak isteyen birisi
Hz. muhammet s.a.v , bir kere olsun evinde namaz kılması için
ve onun kıldığı yeri, evin namazgâhı (mescid) haline getirmek maksadıyla davet etmişti.
Kabul buyurdular, namazı kıldıktan sonra ev sahibi ikramda bulundu. Oradakilerden birisi,
komşulardan Mâlik b. Duhşüm isimli kişiyi sordu, bir diğeri de “O münafıktır, Allah’ı ve resulünü sevmez”
dedi. Hz. Peygamber, “Böyle söyleme, görmüyor musun ki o, yönünü Allah’a çevirerek (samimi olarak)
lâ ilâhe illallah diyor” buyurdu. Adam, “Allah ve resulü daha iyi bilir. Biz onun yönünü münafıklara
çevirdiği, onlarla samimiyet kurduğu kanaatinde olduğumuz için böyle söyledik” deyince de
“Allah rızâsını dileyerek, samimi olarak ‘lâ ilâhe illallah’ diyen kimseye Allah
cehennemi haram kılmıştır (onu cehenneme sokmaz)” buyurdu
(Buhârî, “Salât”, 46; “Et‘ime”, 15). İbn Âşûr gibi, bu olayla âyet arasında, haklı olarak ilgi kuranlar olmuştur.
Bir kimse hakkında başkalarına, o kişinin aleyhinde kötü, incitici bir söz söylemek kaide olarak
câiz değildir. Âyete göre bunun istisnası haksızlığa uğrayan kimsedir; böyle bir kimse uğradığı
haksızlığı, kendisine yapılan kötülüğü açıklamak, ilgililere duyurmak mecburiyetindedir.
Aslında bu da “vuran, kıran, çalan, çarpan, yalan söyleyen, sözünde durmayan…” bir kimse hakkında
kötü söz söylemektir. Bundan zarar gören kimse için bunları açıkça söylemek, başkalarına duyurmak
câiz görülmüş, Allah tarafından izin verilmiştir. Bir kimseye karşı haksızlık yapan ve zarar veren
kimsenin yaptığı kötülüğü açıklamak câiz olunca, zulmü ve kötülüğü, bireyi aşarak bir gruba veya
topluma zarar veren kimsenin durumunu açıklamak elbette câiz olacaktır.
Daha ileri giderek gıybet, iftira, küfür derecelerine varan aleyhte konuşma ise câiz görülmemiştir.

Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 170

GIYBET HAKKINDADIR.

 

 

بِاسْمِهِ – وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Yirmi Beşinci Sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu’cizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şenî (çirkin, alçakça) bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.

Yirmi Beşinci Sözde; Kur’an’ın mucize olmasının birçok cihetleri izah ediliyor. Beşinci Noktada ise Üstadımız; “Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir.” diyerek, Kur’an’ın bir şeyi ifade etmesinden, daha yüksek, daha sağlam, daha büyük, daha görkemli bir beyan olamaz manası açıklanıyor.

“Tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir.” Denilerek örnekler veriliyor, ilk olarak; kıyametten bizi korkutmak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor: “Dehşeti her şeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi?” Gaşiye Sûresi, 88:1. İkinci olarak; cehennemden bizi korkutmak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor: “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:8. Sonrasında da aşağıda okuyacağımız gıybet bahsinin kelimelerine geçiliyor.

Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz cümlesine binaen; Üstadın genişçe açıklama yapması da soruluyor. Risale-i Nur’un gıybet hakkında yapmış olduğu izahlar; zaten Kur’an âyetlerinin belagat kıvrımlarında bulunan latif manalardır. Üstad Hazretlerinin yapmış olduğu sadece o kıvrımları açmak ve o latif manaları avama teşhir etmekten ibarettir. Yoksa -haşa- âyette olmayan manaları oraya ilave etmiş ya da ulaşmış değildir. Kur’an üzerine telif edilmiş bütün hak tefsirler, Kur’an’ın belagatinden çıkan tefsirlerdir. Dolayısı ile müfessirler bu hususta etken değil edilgendir. Yani müfessirler beyan-ı Kur’an’ı açmak ve fasletmek üzerine hareket etmişler…

İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde altı derece zemmi (ayıplama, kınama) zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder.(sakındırma) Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor.

Evvela ayet mealinin tamamını okuyalım: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurât, 49/12)

Malumunuz zannın çeşitleri vardır. Bunun günah olan kısmı; suizandır ki bu ayette Cenab-ı Hakk bizzat yasaklamıştır. Âyetin sakındırma kısmı, özellikle gıybete tahsis edilmişse de; suizan ve tecessüse de tatbik edilebilir. Gıybet etmeyenler için bunlar tatbik edilemez, fakat onların da sakınması için bu günahın ne kadar çirkin olduğunun ifade edilmesi gerekirdi.

Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.

“Hemze” mı/mi edatıdır. Yani; her bir âyetin kelimesinde ayrı bir soru olarak karşımıza çıkıyor. (Ne olmuş ki, yok mu ki, bozulmuş mu ki, gibi soruları aşağıda göreceğiz inşallah.) Üstad da her bir kelimede bu soruyu sorarak, her kelimeden ayrı ayrı anlamlar çıkarmış.

İşte, birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?

Malumunuz akıl; soru-cevap mahallidir. Yani birine bir soru sorduğumuzda kişi bize hissen, kalben değil aklen, ilmen cevap verir. Aklımıza soruyor; sana ne olmuş ki ölmüş kardeşinin etini yiyorsun denilerek, akla gıybetin ne kadar kötü olduğu ihsas ediliyor. Demek ki gıybet ettiğimiz anda aklımız başımızda değil diyebiliriz.

İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?

“Yuhibbu” lafzı sevgi, sevmek, hoşlanmak, manalarını içermektedir. Bu manalar ise akıldan ziyade kalbi ilgilendirir. Zira sevginin merkezi kalptir. Yani sevginin, nefretin kaynağı olan kalbiniz bozulmuş mu ki, böyle sevimsiz ve çirkin bir işi yapar. Zira bozulmamış bir kalp sever. Siz kardeşinizin etini yemek gibi bir davranışı sergilediğinize göre, kalbiniz normal duruşunu muhafaza etmiyor demektir. Demek ki gıybet ettiğimiz anda kalbimizin bozulduğu anlaşılıyor.

Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?

“Ehaduküm” sizden biriniz anlamına gelmektedir. Yani cemaat ve cemiyeti meydana getiren fertlerden herhangi birinin, diğerini gıybet ile çekiştirmesi, elbette ki, cemiyetin sıhhat ve selametini zedeleyecektir. İçtimai hayatı bir keşmekeşliğe sevk edecektir. Ayet-i Kerime’de geçen “ehaduküm” kelimesi bu hassas ve önemli noktayı nazara veriyor. Müminleri dikkate sevk ediyor. Gıybetten içtinab etmeyi emrediyor.

Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?

Burada da; gıybet etmek et parçalamaya benzetiliyor. Bu etin; “ölü kardeş” eti olduğu sonraki iki kelimede beyan ediliyor. Mesela; yırtıcı hayvanlardan aslan; çok zor durumda kalmazsa, kendi hemcinsini, arkadaşını kesinlikle yemek için parçalamaz. Fakat bizler; çok rahat bir şekilde, hiçbir zaruret yokken, birbirimizin gıybetini yapmak suretiyle, birbirimizi adeta parçalıyoruz.

Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz?

Sıla-i rahim, akrabalarla ilişki ve alakayı sağlam tutmak, irtibatı koparmamak demektir. Gıybet ise; insanlar ve toplumsal hayatın bağlarını zayıflatan ve koparan bir günahtır. Sıla-i rahim, bir nevi gıybetin panzehiri gibidir. Zira gıybet, akrabalar arasındaki bağı zayıflatır, husumeti çoğaltır; sıla-i rahim ise, bağı kuvvetlendirir, muhabbeti artırır. İkisi bir arada bulunamaz. Burada dikkat edilirse mazlum denildi, demek ki gıybet etmek zalimin işidir.

Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?

Sizin kardeşiniz; sosyal hayatınızın bir uzvu, bir organı demektir. Nasıl ki organlarımız bir araya gelerek; insan denen varlığı netice veriyor, insanlar da bir araya gelerek toplumu/cemaatleri ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla her bir insan, bir organ oluyor. Bir insanı gıybet etmek demek; cemaatimizin/toplumumuzun bir uzvunu ısırmak demektir. Yani; kendi uzvumuzu ısırmak demek oluyor.

Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?

En muhterem bir hal; kişinin ölüsüne bir atıftır. Malumunuz ölünün cenazesi yıkanırken bile hor davranılmaz. Ölüye hürmet gösterilir. Bu hele ki din kardeşimizse, onun da ötesinde nesebi kardeşimizse daha bir dikkatli olmamız gerekirken; adeta manevi olarak en dar daireden başlayıp, ta kitlesel gıybetlere kadar girebiliyoruz ki vicdanı, fıtratı bozulmamış olanlar bundan uzak dururlar.

Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur(kınanmış).

Burada zaten konuyu baştan özetlemiş oldu. Gıybet edenin o anda; aklının gittiğini, kalbinin bozulduğunu, insaniyetten, vicdandan, fıtrattan, milliyetten nasibini alamadığını ifade etmiştik.

İşte, bak, nasıl şu âyet îcazkârâne (az sözle çok mânâlar anlatır şekilde) altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne (benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde) altı derece o cürümden zecreder.

Hakikaten ayet 5 kelime 1 harfte; gıybetten uzak durmamız gerektiğini veciz bir şekilde ifade etti. Bunu daha güzel beyan edebilecek hiçbir şahıs ve eser olmaması da, Kur’an’ın mu’cizevi olmasının aşikâr delilidir.

Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş:

وَ اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ – فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

Yani, “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.”

Gıybetin birçok sebeplerinden; düşmanlık, kıskançlık ve inat nazara veriliyor. İzzet-i nefis sahibi, yani bugünkü tabirle delikanlı olan biri gıybete tenezzül etmez. Bir mesele varsa ilgili kişiye gider, yüzüne söyler. Buradaki söylemenin de ölçülü olması gerekir ki; aksülamel olmasın; tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışmalı…

Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.

Allah Resulü (a.s.m): “Gıybet nedir?” diye sordu. Sahabeler: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Resulullah (a.s.m): “Gıybet bir Müslüman kardeşini onun hoşlanmayacağı bir biçimde anmadır.” buyurdu. “Eğer söylediğim şeyler kardeşimde varsa” denildi. Resulullah (a.s.m): “Eğer söylediğin şeyler kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış, yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu. (Müslim)

“Gıybet”, birisinin aleyhinde konuşmak demektir. Kişi konuştuğumuz şeyi duyduğunda, şayet küsüp darılıyorsa, o konuştuğumuz şey kesinlikle gıybettir ve caiz değildir. “Yorum yapıyorum, ben doğruları söylüyorum…” demek işin bahanesidir ve asla bu günaha mazeret teşkil etmez. “Yüzüne de söylerim” diyenlere de “Kardeşim o zaman git yüzüne söyle” diyerek gıybetin önünü kesmeliyiz.

Konuşulan şey doğru olmayıp, yalan olursa; “iftira” sınıfına girer ki; bunun şer’i hukukta cezası bile vardır. Mesela, namuslu bir kadına zina iftirası atmanın cezası; Nur sûresi 4. ayette “Namuslu ve hür kadınlara (zina) iftirası atan, sonra dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurunuz. Onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyiniz. Onlar fasıkların ta kendileridir.” şeklinde beyan edilmiştir.

Üstadımız da Barla Lahikasında şöyle ifade ediyor: “Gıybetin en fena ve en şenîi (çirkini) ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât (zina isnat etme) nev’idir.”

Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:

Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.

Burada özellikle işyerlerinde yapılan gıybetin önü kesiliyor. Birkaç personelin başka bir personel hakkında konuşmaları gıybettir. Fakat birisi veya hepsi birden, çıkıp yönetici ile konuşurlarsa gıybet olmaz. Bir de şu yönü var ki; yöneticilerin olayı çözüp çözmemesinin bir önemi bulunmuyor, yetkili kişinin veya karar merciin dışında konuşanların hepsi gıybete girmiş olur. Çünkü bütün fitne ve fesatların mukaddemesi gıybettir. Toplumun huzuru ve dirliği için gıybetten uzak durmak gerekiyor. Vazifedar adamı elbette patronla sınırlandırmak uygun olmaz; baba, polis, jandarma ve benzeri de; münkeri izale etme noktasından vazifedardırlar, konuşulabilir.

Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”

Burada da ticari hayatın korunması söz konusu özellikle, biriyle bir iş yapmak isteyen biri gelip bize danışırsa, biz de sırf maslahat için, meşveretin hakkı için; o adamın bildiğimiz özelliklerini söylememiz icap eder ve bu gıybet sayılmaz. Bunu ticari hayatla sınırlandırmak doğru olmaz; buradaki esas meşveret etmektir; mesela kız isteme olaylarında da bildiğimiz hakikatleri gizlemememiz gerekmektedir vb.

Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filân yere gitti.”

Kasıtlı olarak hakaret içeren vasıfları kullanmak caiz değildir. Yani kişi, ister açık ister gizli tahkir edilmemelidir. “Serseri” kelimesi “işsiz, başıboş” anlamında kullanılıyor; günümüzde anlaşıldığı gibi berduş anlamında kullanılmıyor.

Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.

Burada bahsedilen “fâsık-ı mütecahir”dir. Yani fenalıktan sıkılmayan, işlediği günahla iftihar eden, zulmünden lezzet alan, sıkılmadan, utanmadan, açıkça günah işleyen kişilerden bahsediliyor. Bunlardan; faraza ailemizi, gençlerimizi, bacılarımızı korumak ve sakındırmak için bahsedilebilir. Bunu da yine ileri gitmeden, ölçüyü kaçırmadan yapmak gerekir.

İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.

Gıybet hiçbir hâlde, hiçbir durumda faydalı değil, fakat mahsus bazı yerlerde caiz olabilir. Bu gibi hükümler fazilet ve takva içermezler, fetva ve ruhsattırlar.

Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a’mâl-i salihayı yer, bitirir.

Gıybet kul hakkı ihlali olduğu için; gıybeti yapılan kişi hesap günü gıybetçinin sevaplarından bir kısmını alarak hakkını almış olur. Dolayısıyla gıybet eden kişinin sevaplarında azalma olacak. Allah korusun; orada bir bakacak ki sevap hanesi boşalmış adeta, yani iflas etmiş. Rabbim bizi iflas edenlerden eylemesin. Gerçek müflis; ahirete namazıyla, orucuyla, zekâtıyla gider. Fakat işlediği günahlar sebebiyle -bunlardan biri de gıybettir- amelleri haklılara dağıtılır. Ameli bitmişse alacaklıların günahları kendisine yüklenir…

“Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte; gıybetten daha hızlı değildir.” (İmam Cafer-i Sadık)

Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لَناَ وَلِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.

Hasbelbeşer bir şekilde gıybet ettik veya isteyerek dinledik, o halde; “Ya Rabb! Bizi ve gıybet ettiğimiz kişiyi mağfiret et.” Demeli, rastgelince de helallik dilemeliyiz. Buradaki mağfiret ifadesi de çok önemli, malumunuz mağfiret aftan ötedir. Yani Allah mağfiret ettiğinde; affediyor, kusuru örtüyor, yüzümüze vurmuyor. Seyrangah.tv’de; İsm-i Gafur ve İsm-i Afuv farkı işleniyor. Onun için dualarımızda bizi affet yerine, bize mağfiret et demek daha münasip ve cami bir dua olur.

KAYNAK:/Mektubat/Yirmi İkinci Mektup/Hatime (s:390)

 

islamisohbetçi

Rabbim bu tiksinç HARAMDAN  bizleri muhafaza buyursun….

Selam ve  dua ile…

Neden dua ederiz?

Selamun aleykum,

Bu hafta,” Niçin dua ediyoruz ? ” sorusunun cevabını Kuran ve sünnet ışığında kısa kısa maddeler halinde öğreneceğiz.

islamisohbetçi

Evvela, “Dua bir sırr-ı azim-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin(kulluğun) ruhu hükmündedir.” Yani dua ibadettir, insan ise ibadet etmek için yaratılmıştır.

İkincisi, bir çok ayet ve hadis duayı emrettiği için dua ediyoruz.”Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan, 25/77) ayetinde olduğu gibi.

Üçüncüsü, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ “Yani, ‘Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?’ayetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyaz…”

 

Yani insan Allah katında kıymet ve fazileti dua ile kazanır.

Dördüncüsü, dua insanın Allah karşısında acizliğini ve fakirliğini anlayıp ona müracaat ederek, ihtiyaçlarını ondan talep etmesidir ki, bu, Allah’ın hoşnutluğuna ve rızasına kapı açar. Bu yüzden Allah duada çok ileri giden kullarını çok sevmiş ve taltif etmiştir. Bizler de Allah tarafından sevilip taltif edilmek istiyorsak dua ile ona halimizi arz etmeliyiz.

Beşincisi.

“Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. İşte, ey aciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, ala-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i külli ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ  “(Allah’ım) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım (medet) dileriz. (Fatiha-5)” de kainatın güzel bir takvimi ol.”

Dipnot Kaynaklar: Lemalar (25. Lema), Sözler (23. söz)

Rabbim ubudiyetimizin acizliğini idrak edip duayla kendine yönelen ve rızasına tabi kullarından eylesin.

Selam ve dua ile..

 

 

 

ANNE VE BABA HAKKI

Selamun aleykum, bu hafta ki konumuz ” anne ve babanın çocukları üzerindeki hakları” nı Kuran ve sünnet ışığında öğreneceğiz.
Hayatta en değer verdiğimiz varlıklardır değil mi anne ve babalarımız.. Bizim rahatımız için kendi rahatlarından vazgeçerler. Daha doğrusu bizim hayatımız için kendi hayatlarını hiçe sayarlar. Daha doğduğumuz ilk günden itibaren her an onlara muhtaç idik. Bizim yüzümüzden nice geceler uykusuz, belki de aç geçti onlar için. Acaba biz evlatlar olarak onların bu fedakarlıklarına layık hareket ediyor muyuz? 

islamisohbetçi

Bakın Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teala, anne ve babamıza nasıl davranmamız gerektiği ile ilgili bizlere ne diyor:

“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” İsra Suresi, 17:23-25.

“Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tasviye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana-babana şükret. “ (Lokman, 31/14).

Bediüzzaman Said Nursi’de vicdanı çürümemiş her evladın fedakarlık timsali anne ve babasına nasıl davranması gerektiğini önemle vurgular eserlerinde. “Evet, dünyada en yüksek hakikat, peder ve validelerin evlatlarına karşı şefkatleridir. Ve en ali hukuk dahi, onların o şefkatlerine mukàbil hürmet haklarıdır. Çünkü onlar, hayatlarını, kemal-i lezzetle evlatlarının hayatı için feda edip sarf ediyorlar. Öyle ise, insaniyeti sukut etmemiş ve canavara inkılap etmemiş herbir veled, o muhterem, sadık, fedakar dostlara halisane hürmet ve samimane hizmet ve rızalarını tahsil ve kalblerini hoşnut etmektir. (Amca ve hala, peder hükmündedir; teyze ve dayı, ana hükmündedir.)”
***
Hele hele bir takım menfaatlerden ötürü anne ve babasının ölümünü istemelerinin de ne denli alçak bir tavır olduğunu söylüyor: “İşte, o mübarek ihtiyarların vücutlarını istiskal edip ölümlerini arzu etmek ne kadar vicdansızlık ve ne kadar alçaklıktır, bil, ayıl! Evet, hayatını senin hayatına feda edenin zeval-i hayatını arzu etmek ne kadar çirkin bir zulüm, bir vicdansızlık olduğunu anla!”
***
Ayanı zamanda anne ve babamıza bakmanın, hizmet etmenin de bereket vesilesi olduğunu anlatıyor: “Ey derd-i maişetle müptela olan insan! Bil ki, senin hanendeki bereket direği ve rahmet vesilesi ve musibet dafiası, hanendeki o istiskal ettiğin ihtiyar veya kör akrabandır. Sakın deme, “Maişetim dardır, idare edemiyorum.” Çünkü onların yüzünden gelen bereket olmasaydı, elbette senin dıyk-ı maişetin daha ziyade olacaktı.”
***

Büreyt’den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte; adamın biri Kâbe’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş, Resulullah’ın yanına gelerek:

“Hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulallah buyurmuşlar ki:

“Hayır, sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.”

Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır.

Abdullah b. Mes’ud (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sordu:
“Ya Resulullah, amellerin hangisi daha üstündür?” Resulullah:
“Vaktinde kılınan namaz.” buyurdular.
Abdullah b. Mes’ud diyor ki tekrar sordum:
“Sonra hangisidir?”
“Anne-babaya iyiliktir.” diye cevaplandırdılar.
“Sonra hangisidir?” dedim.
“Allah yolunda savaşmaktır.” diye buyurdular.

 

 

Hülasa anneye ve babaya her türlü ikram ve ihsanda bulunmak, onların ihtiyacı olduğu takdirde bütün maddi ihtiyaçlarını gidermek, onlara “öf” bile dememek, onlara karşı daima tatlı dilli olmak, en güzel tavır ve davranışlarla karşılık verip en ufak bir şekilde onları üzmemek bıkkınlığı ifade edebilecek bir tavır takınmamak gerekir. Gönüllerini kıracak en küçük bir sözden bile kaçınmak, her hususta rızalarını kazanmağa çalışmak, onları kendisinden memnun etmek, yaşlandıklarında onların her türlü hizmetine koşmak, hastalık anlarında tedavi ve bakımlarını yaptırmak çocukların görevidir. Hasta veya yatalak hallerinde onların hizmetlerinde bulunmak cennetin kapılarını aralayan bir davranıştır .

Allah hepimizi anne ve babasına hürmet eden, hizmet eden, onların ve Allah’ın rızasını kazanan evlatlar olmamızı nasib etsin…

Selam ve dua ile..

Kuran Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin (sav) Mübarek sözleri

Kuran Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin (sav) Mubarek sözleri

” Sizin en hayırlınız, Kuran-ı öğrenen ve öğretendir.”   islami sohbet 

Kim Allah’ın kitabı Kuran’dan bir harf okursa onun için bir sevap vardır.  Her sevabın karşılığı  da on kat verilecektir.”

Bir Müslüman  Allah’ın kitabı Kuran’dan bir ayet dinlerse, ona kat, kat sevap vardır. Kim de Allah’ın kitabından bir ayet okursa kıyamet gününde kendisine nur  olur.

Peygamberimiz (s,a,v) Efendimiz Ebu Zere şöyle dedi: “Sabahleyin evden çıkıp Allahı’n kitabı Kurandan bir ayet öğrenmen, senin için 100 rekat (nafile) namazından daha hayırlıdır.Kuran-ı okur ve onu ezberlerse helalini helal bilir, haramını da haram sayarsa, bu sayede Allah onu
cennete koyar ve akrabasından hepsi de cehennemlik olan 10 kişiye kendisini şefaatçı kılar.(2)

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz Ebu Zere şöyle dedi: “Sabahleyin evden çıkıp Allahın kitabı Kurandan bir ayet öğrenmen, senin için 100 rekat (nafile) namazından daha hayırlıdır.

Kuran okuyunuz. Çünkü o, kıyamet günü okuyanlara şefaat edecektir.

Kur’an-ı Kerim’e Karşı Görevlerimiz

Hepimiz , Kuran’ı Kerim’in Allah’ın sözü olduğunu bilmeliyiz.
ve Tecvit kurallarına uygun olarak Kuran-ı yanlışsız okumalıyız. Kuran-ı Kerim’i abdestli olarak eline alıp “Eüzu-besmele” ile okumaya başlamalıdır.

Kuran-ı okurken mümkünse kıbleye karşı dönmeliyiz ve son derece edepli, saygılı olmalıyız ve anlamını öğrenmeye çalışmalıyız.

Kuran’ı Kerim temiz yerlerde okunmalı başka işlerle meşgul olan Kuran’ı dinlemeyen kimselerin yanında ve

pis yerlerde okunmamalıdır.

başkasının okuduğu Kur’an-ı Kerimi saygı ile dinlemelidir.  Kur’an-ı Kerim’i yüksek ve temiz yerlerde bulundurmalıyız, alçak yerlere koymamalıyız.

Kur’an-ı Kerimin yap dediklerini yapmalı, yapma dediklerinden sakınmalı, Kur’an ahlak ülkelerine uygun hareket etmelidir.

“Kim Kuran’ı okur ve onu ezberlerse helalini helal bilir haramını da haram sayarsa bu sayede Allah onu
cennete koyar ve akrabasından hepsi de cehennemlik olan 10 kişiye kendisini şeffatçı kılar.” (2)

Peygamberimiz (s.a.s) Efendimiz Ebu Zere şöyle dedi: Sabahleyin evden çıkıp Allahın kitabı Kurandan bir ayet öğrenmen, senin için 100 rekat (nafile) namazından daha hayırlıdır.

Kuran Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin (sav) Mubarek sözleri

İslami sohbet platformu olarak olarak Kuran Okumanın Fazileti Hakkında Peygamberimizin (sav) Mubarek sözleri adlı makalenin sonuna geldik başka bir  buluşmak dileğimle.

yazan;Ennur

Selam ve Dua iLe

Mucize Ve Keramet Ne Demektir Mucize

Mucize Ve Keramet Ne Demektir Mucize

Peygamberlerin, peygamber olduklarını ispat etmek için Allah’ın yardımı ile gösterdikleri olağanüstü olaylardır islami sohbetçi

Mucizeler, Peygamberliğin birer belgesidir.

Peygamberlik davasına uygun olarak meydana gelir.

Diğer insanlar, böyle olağanüstü olayları yapamaz, mucize gösteremez, çünkü buna güçleri yetmez.

Mucize göstermek peygamberlere mahsustur. Allah’ın izni ve kudreti ile meydana gelir.

Bütün peygamberler, peygamber olduklarının birer ilahi belgesi olarak mucize göstermişler, kendilerine inanmayanları aciz bırakarak susturmuşlardır.

Keramet: Allah’ın yardımı ile veli kuralları tarafından meydana getirilen olağanüstü olaylardır. Böyle olağanüstü olaylar, Allah’ın veli kulları için birer keramet, tabi oldukları peygamber için birer mucize sayılır.

Mucize Ve Keramet Ne Demektir Mucize

Mucize: Allah’ın peygamberlik iddiasında bulunan bir zatın elinde onun peygamberlik iddiasını doğrulayan tasdik eden harikulade olayı yaratmasıdır.

Mucizenin benzeri getirelemez. Keramet; ikram etmek, ihsan etmek şereflendirmek manasındadır. Tasavvufta salih bir kulun elinde görülen harikulade olaydır.

İslami sohbet platformu olarak olarak Mucize Ve Keramet Ne Demektir Mucize sonuna geldik başka bir  buluşmak dileğimle.

Selam Ve Dua İle

yazan; Ennur

Fertler İçin Ahlakın Önemi  Ahlak Değişir mi?

Fertler İçin Ahlakın Önemi  Ahlak Değişir mi?

Bilindiği gibi millet adı verilen büyük topluluk, ailelerin bir araya gelmesinden dolayı  sonucu oluşur. Aileler de fertler den meydana gelir.   islami sohbet 

O halde bir milletin güçlü olması, mutluluk içinde yaşaması ailelerin sağlam bir yapıya sahip olmasına bağlıdır. Ailenin sağlam ve huzurlu  olması ise, Aile içinde yer alan fertlerin üzerlerine düşen ahlakı görevleri yerine getirmeleri mümkündür.
Bu sebeple herşey den önce toplumu meydana getiren fertlerin iyi ahlaklı olmaları büyük bir önem taşımaktadır. çürük tahtalar dan sağlam bir  gemi yapılacağı  gibi iyi ahlak sahibi olmuyan, sorumluluk duygusu taşınmayan fertlerden  de güçlü  ve sağlam  bir toplum  gelemez.

Ahlak Değişir Mi?

Çocuk dünyaya tertemiz olarak gelir.

Eğer annemiz ve babamız tarafından iyi terbiye edilirsek, güzel huylarla süslenirsek iyi ahlaklı olarak yetişiriz.

Şayet iyi terbiye edilmez, ruhunu kötü huylar bir kara leke gibi kaplarsa ondan güzel ahlak ve iyi bir terbiye beklenmez.

Nasıl ki, bedenimizi rahatsız eden rahatsızlıklar ilaçla tedavi edilirse ruhumuzda çirkin huyların atılarak yerlerine iyi huyların yerleştirilmesi ile tedavi edilebilir sevgili Peygamberimiz  (sav) Ahlakımızı güzelleştirmeliyiz. (10)
buyurarak kötü ahlakın düzelebileceğini belirtmiştir.

Kendisinden bulaşıcı hastalık olan bir hasta oturup kalkan bir adam aynı hastalığa yakalanabiliriz.

Kötü ahlaklı insanlarla arkadaşlık edersek, onların davranışlarından etkilenir ve zamanla iyi huylarını kaybederek kötü ahlaklı olabiliriz..

Bu sebeble iyi ahlak sahibi olmak ve bunu devam ettirebilmek için iyi bir ahlak eğitimi görmek yanında bilgili ve iyi ahlaklı insanlarla arkadaşlık kurmak, kötülerle düşüp kalkmaktan sakınmak lazımdır.

Sevgili peygamberimiz

iyi kimselerle arkadaşlık etmeyi, güzel kokular satılan bir dükkanda oturmaya benzetmiştir.

Dükkan sahibi o kimseye bir şey etmese bile oranın güzel kokularından faydalanır.

Kötü kimseler ile arkadaşlık etmeyi ise demirci dükkanında oturmaya benzetmiştir.

işte bunun gibi iyi kimselerle arkadaşlık edenlere iyilerin güzel ahlakı tesir eder.
oda iyi huylu olur kötü ahlaklı insanlarla arkadaşlık yapanlarda onların kötü davranışları tesir eder.

Ve zamanla o kişinin iyi huyları azalır ve  kötü ahlaklı olur.

Bize düşen görev arkadaş seçiminde dikkatli olmak iyi ve bilgili kişilerle dost olmak,
onların söz ve sohbetlerinden yararlanmalıyız, kötü insanlardan uzak durmalıyız.

Ancak kötü davranışlardan kurtarmak amacı ile insanlara yaklaşmalı. Ve iyi ahlak sahibi olanlarına yardımcı olmalıyız.

Fertler İçin Ahlakın Önemi  Ahlak Değişir mi?

İslami sohbet platformu olarak olarak, Fertler İçin Ahlakın Önemi  Ahlak Değişir Mi? sonuna geldik başka bir  konuda buluşmak dileğimle.

Yazan:Ennur

Selam ve Dua ile

Bugün Pazar Diye Bir Düşünce Var

Bugün ”pazar diye bir düşünce Var

Bugün ”pazar herkes yatıyordur.”  diye bir düşünce var,     islami sohbet 

Ama bence mü’min gönüller secdededir. Onların pazarı değil, Allah’ı var,  Zikri var, duaları var.

Allahım!

Beni yaşarken kendine öndür,

Gafletimi  namazda  ile aşka büründür.

”Abdest” makyajın,

”Namaz” masajın,

”Zikir”  motivatisyonum,

”Dua” dilekçem olsun,

Sabah namazı ”inşirah” tır.

Kendisi ”dört” rekattır,

Secdesi bindir ”ilaç” tır,

Kalbimize en güzel ”ilaç”tır.

Sevdiklerinizle birlikte; Huzurlu Sımsıcak, günler dilerim.

İslami sohbet platformu olarak olarak,Bugün  pazar diye bir düşünce Var. sonuna geldik başka bir  buluşmak dileğimle.

yazan;Ennur

Selam ve Dua iLe

NEFİS NEDİR? / NEFSLE MÜCADELE

Selamun Aleykum,

Bugünkü konum”Nefs nedir?, Nefsle nasıl mücadele edilir? bunun mülahazasını yapacağız.

 

islamisohbetçi

İnsanda bir çok emanetler lütfedilmiştir. Bu latifeler göz, kulak,akil,kalp,ruh .Nefis ve heva ve kuvve-i sehaviye (ihtiyaçlar)ve kuvve-i gadabiye (kötülüklerden koruma amaçlı) gibi şeylerdir.

Nefis insana kendini tanıyabilmesi ve kendini tanıyarak Rabb’ini bilmek için verilmiştir. İnsanın nefsindeki acziyeti görmesi onu Allah’ın izzetini idrake götürür.
Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?…
Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür? Ey ulu kişi!
Bakırların bayağılığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?
Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır.
Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Zıtlık bilinmektir. Kim, kendi noksanını görüp anlarsa
yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kamil
sanan, ululuk sahibi Allah’ın yolunda uçamaz.
Noksanlıklar,
kemalatın aynası olmaktadır. Buna göre bir insanın kendisindeki
noksanlıkları görebilmesi, Rabbi’nin mükemmelliğini görmesine imkan verir.

Yusuf suresinin 53. ayeti ”Nefs daima kötülüğü emreder ”
“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadisinin bir nüktesidir.

Bir Allah dostu nefsi kötü vasıflarını şu şekilde vasıflandırmıştır ;
“Gaflete dalan, hayatı tatlı gören, ahireti unutan,Fahre meftun, şöhrete müptela , methe düşkün, hodbinlikte bihemta ve sersem ve namazdan hoşlanmayan. Bu vasıflara sahip olan nefis, imtihan gereği insanı şerre sevk ederek, kötülüğü emrederek emmare olduğunu göstermektedir. Emmare bir nefis kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayran, sarhoş; hep pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı, hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan bir mizaca sahiptir. Şeytandan her vakit böyle ders alan nefis insanı hayırdan alıkoymak ve şerre sevk etmek için bir nevi vesvese ve telkinatlar yapmaktadır.

Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestai, heva da Bektaşidir. İnsanı saray gibi bir binaya benzetetir, o sarayın ehlini ve sakinlerini İnsandaki göz, kulak, kalp, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefis ve heva ve kuvve-i sehaviye (ihtiyaçlar)ve kuvve-i gadabiye (kötülüklerden koruma amaçlı) gibi şeylerdir. Her bir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. diyerek Allah’ın insana nefsi verme amacının, insan ruhunu barındıran beden sarayını korumak olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla beden sarayında padişah hükmünde olan ruhun, vezir mesabesinde olan aklın ve kalbin terakki ve tekamülünü sağlamak, ancak nefsin görevini amacına uygun yapmasına bağlıdır. Beden sarayını koruma amacı ile tutulan bir bekçinin yönetimi ele geçirerek ruhu ve aklı esir alması ve kalbi istediği gibi yönlendirmesi elbette büyük bir yıkımdır.

Rabbim nefsini tanıyan/ bilenlerden eylesin.. Nefsi emmarenin tuzaklarından da baid eylesin..
Marifetullahıyla yüceltsin muhabbetullahıyla nimetlendirsin ve en büyük gayemiz olan imanı billahla neticelendirsin… Vesselam..

Selam ve dua ile..

Çinli Düşünür Lao Tzu’nun Öyküsü: Yargılama Takıntısı

Selamun aleykum …

Lao Tzu’dan atı kaybolan yaşlı adam ve köylülerin öyküsünü aktaracağım bugün size. Dr. Wayne Dyer’in bir kitabında okuduğum günden beri unutmadığım bir ders içeriyor.

 İslami Sohbet Platformu

Üç bin yıl önce yaşamış Çinli düşünür Lao Tzu’dan aktarılan, hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında acele karar vermekten kaçınmamız gerektiğini anlatan kısa ve etkileyici bir öykü. Atı kaybolan yaşlı adam ve köylüler.

Hayli basit, fakat insanın dar görüşlülük problemini hatırlatması bakımından o denli çarpıcı bir hikâye. Koca bir gerçeği bu kadar iyi anlatan başka bir öyküye rastlamadım. Çoğu kişinin zaman zaman yeri geldiğinde anlatmak istediği bir öykü, ancak bu kadar mükemmel anlatması zor.

İşte Lao Tzu’nun o meşhur, atı kaybolan yaşlı adam ve köylülerin hikâyesi.

Atı Kaybolan Yaşlı Adam ve Köylüler
Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş, fakat öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki bu adamın, kral bile onu kıskanırmış. Birçok defa kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

“Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?” dermiş hep.

Bir sabah at ortadan kaybolur
Derken köyde bir sabah kalkmışlar ki, at yok.

Köylü, ihtiyarın başına toplanmış.

“Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Bu fakirlikte böyle değerli bir şeyi nasıl koruyabilirsin? Krala satsaydın, istediğin kadar paran olurdu ve ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.

İhtiyar “Bir karara varmak için acele etmeyin” demiş. Sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yargınız ve sizin yorumunuz. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”

Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.

At bir gece ansızın döner
Ama aradan çok gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi başına dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki bir düzine yabani atı peşine takıp getirmiş.

Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.

“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değilmiş, şimdi bir sürü atın oldu; adeta başına devlet kuşu kondu.”

“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin ama yargılamayın! Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç, tüm bildiğimiz yaşamın yalnızca bir kesiti. Yaşam bir kitap gibidir. Bir kitabın ilk cümlesinin ilk kelimesini okur okumaz o kitabı nasıl anlayabilir, tamamı hakkında yargıya varıp fikir yürütebilirsiniz?”

Köylüler bu defa ihtiyarla açıktan dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler.

İhtiyarın oğlu attan düşer
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatağa hapsolmuş.

Köylüler gene gelmişler ihtiyara.

“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.

İhtiyar “Siz yargılama hastalığına tutulmuşsunuz, hep erken karar veriyorsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yargınız ve yorumunuz. Ama acaba ne kadar doğru! Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez. Fakat siz her şey yaşanmış gibi sonuç çıkarıyorsunuz!”

Gençleri askere alırlar
Derken birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.

Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.

“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”

“Siz erken karar vermekten kurtulamıyorsunuz. Daima yargılıyor ve sonuç çıkarıyorsunuz” demiş, ihtiyar.

“Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu Allah bilir.”

Öyküden çıkan ders
Lao Tzu, etrafına anlattığında öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış:

Yargılamayın ve acele karar vermeyin! O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Yaşamın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında yorum yapmaktan ve sonuç çıkarmaktan kaçının! Yargılama aklın durması halidir. Yargılayıp kararınızı verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karar vermeye ve bir sonuca varmaya zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Yargılamak, bir son nokta koymaktır. Oysa seyir asla sona ermez; bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, bir diğeri açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.

Uzun sözün kısası: Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının!

Lao Tzu hakkında
Lao Tzu (Lao Çu diye okunur), aslında Çince “Yaşlı Bilge” anlamına gelen iki sözcük. Ne zaman yaşadığı konusunda kesin bir tarih olmayan Lao Tzu, günümüzde Taoizmin kurucusu olarak kabul ediliyor.

Lao Tzu ile ilgili ilk bilgiler M.Ö. 100’lü yıllarda bir Çin tarihçisi tarfından yazılmış bir eserde bulunuyor. Bu eserde, Lao Tzu adında (farklı adları da var) bilge birinin Çin’in Honan eyaletinde doğduğu yazar. Çin tarihinde en uzun ömürlü Hanedan olarak bilinen Cheou (Çu) hanedanı (M.Ö. 1028- M.S. 256) döneminde, saray arşivcisi olarak görev yapmıştır.

M.Ö. 650-350 yılları arasında, sözlü olarak nakledilen öğretilerin zaman içinde yazıya aktarılmasıyla oluşmuş Tao Te Ching adlı eserin Lao Tzu’ya ait olduğuna inanılır. Ancak eserle ilgili olarak yapılan araştırmalar, eserin birden fazla yazarının bulunduğunu ve metne zaman içinde ilaveler ve düzeltmeler yapıldığını ortaya koymuştur.

Dini Sohbet Platformu

Yeni yazılarda buluşmak üzere selam ve dua ile..