Bir gün yaşlı bir müslüman çeşmeden abdest alıyordu. Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin r.a da orada oynuyorlardı. baktılar ki ihtiyar abdesti yanlış alıyor. Yanına sokulup beklediler. ihtiyar abdestini bitirdi, cebinden mendilini çıkarıp kurulanirken çocuklar:
“Selamun Aleykum ” amca, abdestinin hayrını gör dediler. ihtiyar müslüman: “sağ olun evlatlar, Allah sizden razı olsun” dedi. Çocuklar:
“Bey amca sizden bir ricamız var; biz kardeşimle ihtilafa düştük. Biz ikimiz de abdest alalım sen bir bakıver, hangimizin abdesti doğru…”
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin her ikiside ayrı ayrı abdest aldılar. Yaşlı amcada dikkatle onların abdest alışlarını takip ediyordu. Çocuklar:
“Nasıl bey amca, hangimizin aldığı doğru? benimkimi usulüne uygun, kardeşimin ki mi ? Sen bize şimdi söyle de bir daha yanlış abdest almayalım. Hem sana dua ederiz. Bir kelime öğretsen sana da sevabı var. Sen daha iyi bilirsin. Yaşlısın; biz daha çocuğuz” dediler.
ihtiyar müslüman:
“Çocuklar her ikinizinde abdesti doğrudur, hem tıpkı aynıdır. İkinizin de aldığı abdestin arasında hiç bir fark yoktur. Abdest yanlış ve eksik alan benmişim, bu yaşıma gelmişim de doğru dürüst abdest almasını öğrenememişim. İşte şimdi sizler bana doğru abdest almasını öğrettiniz. sağ olun, var olun. Allah sizlerden razı olsun. Siz kimin evlatlarısınız bakayım, isimleriniz nedir, siz bana çok büyük bir iyilik ettiniz” deyince;
Çocuklar: “Babamız Hz. Ali’dir, biz Hasan la Hüseyin’iz. Hem Hazreti Peygamber torunlarıyız dediler.”
ihtiyar müslümanın gözlerinden tesbih tanesi gibi yaşlar geldi, çok duygulandı, pek memnun olduğunu anlatmak için şöyle dedi:
” Evet, belli, belli… Dine çok uygun davranış ve hareketimiz, terbiye ve nezaketinizden belli… O yüce Peygamberin torunları ve Hz. Ali’nin evlatları olduğunuz, Peygamberimiz’in biricik kızı FatımanıFatımatüz-Zehra’nın ciğer pareleri olduğunuz, edeb ve terbiyenizden hareket ve nezaketinizden bellidir… Hiç gönül kırmadan, ben ihtiyarın kalbini incitmeden yanlış abdestimi düzelttiniz, bana abdest almasını öğrettiniz.
Allah sizden razı olsun diyerek çocuklara bol bol dua etti.”
“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.”
(Tirmizi. 15)
Allah c.c bizlerin içinden merhameti saygıyı eksik etmesin.
sahabeden birisi yaşlı annesini sırtına almış kâbe’nin etrafında ona tavaf ettiriyordu. Kan ter içinde kalmış bir vaziyette Resûllulallah S.a.v e rast geldi ve sordu; islamisohbetci.com
“Ya Resûllullah, anneme nasıl hizmet ettiğimi görüyorsun, şimdi ben anneme olan borcumu ödemiş olur muyum?”
Efendimiz S.a.v tebessüm ederek cevap verdiler;
“Hayır, vallahi sen annenin yüzde bir hakkını dahi ödemiş olamazsın çünkü annen sana hizmet ederken büyüyüp yaşasın diye düşündü, sen ise ‘annem ne zaman ölecek acaba? diyerek ona hizmet ediyorsun.” dedi.İslamisohbet
Ebu hüreyre anlatıyor;
Bir adam Resûllullaha gelerek “Ya Resûllullah, içinde en iyi davranmama en fazla layık olan kimdir” diye sordu.
“Annendir” buyurdu. Adam “Sonra kim” dedi. Resûllullah “Annendir” dedi. Adam “Sonra kim” dedi. Resûllullah yine “Annen” dedi. Adam “sonra kim” diye sordu. “Baban” buyurdu.
Rabbim kendisinden başkasına asla ibadet etmememizi, anaya babaya iyi davranmamızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, yada her ikisi yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “of!” bile deme; anları azarlama; onlara tatlı, ve güzel söz söyle. (isra, 23)
Rabbim anne ve babamızı güzellikle razı eden kullardan olmayı bizlere nasip etsin.
Anne Hakkı
Fziletli anne- babalar, evlatlar için büyük bir rahmet ve berekettir.
Bizleri önce bir müddet karnında, sonra kollarında ve ölünceye kadar da kalplerinde taşıyan annelerimize gösteriliecek sevgi ve saygı ortak olabilecek başka bir varlık yaratılmamıştır. Ev tanzimi ve evlat terbiyesini omuzlarına alan anneler, cidden engin muhabbete, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekkürler layıklardır.
Bir anna ruhunda biriken o engin şefkatin sınırlarını tayin edebilecek bir ölçü varmıdır ?
yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, uyumamış uyutmuş. Hayatın bütün zorlukalrında bizlere bir toz konmasın diye bütün varlığını seferber etmiş olan anne hakkını ödeebilmek mümkün müdür?
Ölüm denilen olay herkesin bildiği gibi doğal bir durumdur. Herkes elbette bir gün ölecektir, ancak ne zaman olduğunu hiç bir zaman bilemeyecektir. Elbette herkes yaşayacaktır bu durumu. ölümü en iyi anlayanlar ise yakın çevresi ölümü tadan insanlardır.
Annesizlik ne kadar zordur Annesi hayatta olanlar anlayamaz.!
Ölüm denilen olay herkesin bildiği gibi doğal bir durumdur. Herkes elbet bir gün ölecektir, ancak ne zaman olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir.
Elbette herkes yaşayacaktır bu durumu. Ölümü en iyi anlayanlar ise yakın çevresinde ölümü tadan insanlardır. Çünkü ölümü en yakından takip etmiş ve gözlemlemişlerdir.
Ölen kişinin ruh halini tam olarak anlayamasalar bile onlar gibi hissetmişlerdir. Bu his çok derinden gelen bir histir ve yalnızca bu insanlar anlayabilir. Üzüntü,
Anne’m İçin Dua
Ya Rabbi, Annem için ve geccmişlerim için yaptığım duaları onlara ulaştır!
Onları bizden hoşnut ve razı eyle Arkamızdan, bizlere de dua edecek hayırlı bir nesil bırakmayı nasip eyle! Bizleri unutmayacak hakiki dostları, bu dünyada bizlere ihsan eyle! Amin, Amin, Amim .İslamisohbet
Yüce Allah’ım Hepimize ve ebedi hayata göçenlerimize
Peygamber Efendimiz Fahri Kainat serveri Alem Hz. Muhammed S.a. v ‘in yüzü suyu hurmetine ve tüm peygamberlerin Hak Kitabımız Kuran’ı Kerim’in okunan Ezanların da yüzü suyu hürmetine merhameti ile Muamele etsin, bağışlasın bizi . aramızdan ayrılan tüm anne, babalarımızn makamları nur, kabirler cennet olsun Dilerim ebedi hayata göçmüşlerimizin Ruhlarına El Fatiha.
Selamun Aleykum Allah’ın Selamı bereketi üzerimize olsun.
Her müslümanın diğer müslüman üzerinde bir takım hakları vardır bunlardan bir tanesi de selam verme ve verilen selamı almadır. Allah’ü Teâlâ’ya Kur’an Kerim de “Bir selamla selamlandığınız vakit siz ondan daha güzeli ile selam verin. Yahut aynısı ile karşılayın, şüphesiz ki Allah her şeye karşı daima Hasib (Kullarını hakkıyla hesaba çeken) olmuştur. (nisa süresi: 86 ) buyurarak selamlaşmanın ehemmiyetini bize göstermektedir.
Selamın manası: “Ebedi mutluluk ve iki cihan selameti üzerinize olsun” demektir. Selam verilirken dikkat edilecek bir takım edepler vardır. bunlardan bazıları;
1. Müminlerin bulunduğu yere gelindiğinde ve oradan ayrıldığında selam vermek.
2. müslümanların olduğu bir yerde tanıyıp tanımamaya bakmadan herkese selam vermek.
3. Selama hemen cevap vermek. Mümkün olduğunca cevabımızı verene duyurmak.
4. Selam verirken ve alırken sesimizi hürmet ifade edecek şekilde ayarlamak.
5. Selam verdikten sonra musafaha yapmak.
6. Binek üzerinde olan yaya olana, küçük büyüğe, sayıca az olan kimseler çok olan kimselere selam verilir.
7. Eve girildiği zaman ev halkına selam vermek.
8. Bir kimse Tarafından üzerine aldığı selam emanetini sahibine teslim etmek.
9. İlim öğreten hocaya, açıktan kur’an okuyana, vaaz edene, ezan okuyana, kamet getirene, namaz kılanlara ve genç ve yabancı hanımlara selam verilmez.
10. Tuvalette ve hamamda da selam verilip alınmaz.
“Ey iman edenler! kendi evlerinizden başka evlere, geldiğinizi hissettirip izin alıp ev sahiplerine selam vermeden girmeyin.” (Nur, 27)
“Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katında mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selam verin.” (Nur, 61)
İmam-ı A’zam Hazretlerine bir ateist, bir mu’tezile, birde cebriye olan 3 kimse gelir.
Ateist sorar: “Allah var diyorsun. Var olan muhakkak görülür. Görülmediğine göre yok demektir. Var diyorsan ispat et.”
Akılcı olan mu’tezile sorar: “Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Öyleyse şeytana ateş ile ceza verilmesi mümkün mü?”
Cebriye olan şöyle sorar: İnsan kaderine mahkumdur. Allah her işi zorla yaptırır. Sen ise iradeyi cuzziye var diyorsun. Her şeyin Hâliki Allah iken insan ne yapabilir ki?”
İmam-ı A-zam Hazretleri, yerden, nemli üç avuç toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar. Üçü de, durumu kadıya şikayet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.
İmam-ı A’zam Hazretleri der ki: ( bunlar bana soru sordu bende cevap verdim. Ateist Allah varsa, var olan şeyin görülmesi lazım demişti. Toprak başımı agrıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdı. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl nasıl görebilir ki? Ateistler akılsızdır, akılları varsa göstermeleri gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. “Allah’u Teâlâ da, yeri göğü yaratması, O’nun varlığını gösterir.”
Mu’tezile olan ise, toraptan yaratılmış olduğu halde, çamur topundan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateş ten etkilenir. “Ayrıca cehennemde soğuk zemherir denilen cehennemde vardır. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.”
Cebriye olan ise, “Allah her işi zorla yaptırır” diyordu. O zaman o toprağı Allah c.c. attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.
İmam-ı A’zam Hazretlerinin uzun uzun izah etmeden böyle kısa cevaplar verdiği çoktur. Mesela bir ateistle saat onda buluşup munazara etmek üzere anlaşırlar. Imam-ı A’zam Hazretleri gecikince, “Bakın imamınız korktu, gelmiyor” der, gelince de, “Niye geç kaldım?” diye sorarlar. O da “kayık yoktu. Irmaktan geçemedim, bir de baktımki, ağaçtan kopan dallar kendiliğinden bir kayık oluverdi, bende binip geldim, ondan geciktim ” der. Ateist gülmeye başlar, “gördünüzmü nasıl yalan söylüyor, hiç kendiliğinden bir ustası kayık yapılır mı? der. Imam-ı A’zam Hazretleri hemen taşı gediğine koyar:
-“Bre ateist, bir kayık ustasız kendiliğinden olamazsa, bu koca kàinat kendiliğinden nasıl var olur?” diyerek ateistle münazara bile etmeden galip gelir.
Harun Reşit ile kardeşi Behlül Dâne hazretleri arasında zaman zaman tatlı tatlı çekişmeler olur ve birbirlerine ikaz ve tembihlerde bulunurlardı. Harun Reşit kardeşinin daha fazla dünya işlerine önem vermesini isterken, Behlül Dâne hazretleri de ağabeyine ebedi hayat olan ahirete yönelmesini, dünyanın fani lezzetlerinde kaybolmamasını tavsiye ederdi.
Bir gün Behlül Dâne hazretleri kaylule uykusuna yatar ve rüya görür.
Rüyasında bir memleketin sultanı olduğunu, emri altında askerlerinin, kölelerinin, hizmetçilerinin var olduğunu görür. Tam bu esnada Halife Harun’un Askerleri gelip Behlûl Dâne hazretleri’ni uykusundan uyandırıp, kendisini halifenin çağırdığını söylerler.
uykusunun yarıda kesilmesine sinirlenen Behlûl Dâne hazretleri o sinirle halifenin huzuruna çıkar. Halife daha önce hiç görmediği şekilde gazabı görünce: “Hayrola Behlül seni bukadar kızdıran şey nedir?” Diye sorar. Behlûl dâne:
“İnsan bir uykusu sebebi ile halifenin karşısına bu şekil kızgın çıkar mı?” diye sorar.Behlûl dâne:
“Benim uykum sıradan bir uyku değildi. Bilâkis rüyamda sultan gördüğümü görmüştüm.” deyince, halife kahkahalarla gülerek:
Ilahi Behlûl nasıl saltanat ki, gözünü açınca elden çıkıverdi. şimdi sen bu saltanatı kaybettiğinemi üzülüyorsun?” diyince, Behlûl dâne hazretleri:
“Ey Harun! Benim saltanatın gözümü açınca bitti, seninki de gözünü yumunca bitecek. Öyle ise sen de bu dünya saltanatına fazla güvenmeden ebedi hayatını kazanmaya bak.” diyerek halifeye gerçek bir ders vermiş olur.
Hazret-i Ebû Bekir, daha Müslüman olmamıştı. Çok te’sîrinde kaldığı bir rü’yâ gördü. Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzamaya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalar Mekke’deki her evin üzerine düşmüş, sonra da tekrar bir araya gelip göğe yükselmişti. Fakat, kendi evine düşen ay parçası evde kalmış tekrar göğe yükselmemişti. Hazret-i Ebû Bekir, evin kapısını kapayarak, ay parçasının çıkmasına mâni olmuştu.
Kavminden Peygamber gelecek
Sabahleyin heyecanla uyanan Hazret-i Ebû Bekir, hemen bir Yahûdî âlimine gidip, rü’yâsını anlattı. O da dedi ki:
– Bu rü’yâ karışık rü’yâlardan biridir. Bunun ta’bîri yapılamaz.
Fakat bu söz O’nu tatmin etmemişti. Devamlı bu rü’yânın ta’bîrini düşünüyordu.
Bir zaman sonra ticâret maksadıyla gittiği yerde, râhip Bahîra’ya rü’yâsını anlattı. Rü’yâ Bahîra’nın çok dikkatini çekti. Bunun için Hazret-i Ebû Bekir’e sordu:
– Sen nerelisin?
– Kureyş’tenim.
– Tamam. Şimdi rü’yânı ta’bîr edeyim. Mekke’de, bu kavimden bir peygamber gelecek, O’nun hidâyet nûru her yere yayılacak. Sen, O hayatta iken O’nun vezîri, vefâtından sonra da Halîfesi olacaksın!.
Hazret-i Ebû Bekir ne yapacağını şaşırmış hâldeyken, râhip Bahîra sözlerine şöyle devam etti:
– Şimdi sen hemen memleketine dön! O’na ulaş! O’na vahiy gelmeye başladığında, git herkesten önce O’na îmân et!
Hazret-i Ebû Bekir bu ta’bîri kimseye anlatmadı. Peygamber efendimiz, peygamberliğini teblîğe başlayınca sordu:
– Peygamberlerin, peygamber olduklarına dâir delîlleri vardır. Senin delîlin nedir?
Peygamber efendimiz buyurdu ki: – Peygamberliğime delîl, o rü’yâdır ki, bir Yahûdî âliminden ta’bîrini istedin. O âlim, “Karışık bir rü’yâdır, i’tibâr edilmez” dedi. Sonra râhib Bahîra, doğru ta’bîr etti. Yâ Ebâ Bekr, seni Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmeğe da’vet ederim.
Bunun üzerine, Hazret-i Ebû Bekir, kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu. Zaten bir gece önce şöyle düşünmüştü:
Aklıma yatmıyor
“Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç aklıma yatmıyor. Zîrâ hiçbir zarar ve fayda vermeye kâdir olmayan bir heykele tapınmak, ibâdet etmek akıllıca bir iş değildir. Bu kadar muazzam bir kâinâtın bir yaratıcısı olması lâzımdır. Fakat bunu kendi aklım ile bulmam mümkün değildir. Yarın gidip durumu Muhammed aleyhisselâma anlatayım. Bu durumu ancak O’na arz edebilirim. Zîrâ, olgun ve akıllı, doğru görüşlü, hiç yalan söylemiyen bir kimsedir. Herkes O’ndan Muhammed-ül emîn diye bahsetmektedir. O, ne yapmamı isterse ona göre hareket ederim.”
Resûlullah efendimiz de, aynı gece, Hazret-i Ebû Bekir’i İslâm’a da’veti düşünmüştü. Sabah olunca her ikisi de aynı düşünce ile birbirlerinin evine gitmek üzere evlerinden çıktılar. Yolda karşılaştıklarında, “Sözleşmeden birleştik” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir, Peygamber efendimizin huzurlarında Müslüman olur olmaz, hemen yakın arkadaşları hatırına geldi:
– Yâ Resûlallah, müsâade ederseniz, yakın arkadaşlarımı da huzûrunuza getirip, onların da Müslüman olmalarını arzû ediyorum. Onların da ebedî saâdete kavuşmalarını istiyorum, diyerek arkadaşlarına koştu.
Arkadaşlarım dediği, Hazret-i Osman, Hazret-i Talhâ bin Ubeydullah, Hazret-i Zübeyr, Hazret-i Abdurrahmân bin Avf, Hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Hazret-i Ebû Ubeyde bin Cerrâh gibi, ileride Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olacak kimselerdi.
Gelin îmân edin
Hazret-i Ebû Bekir, yeni Müslüman olmasının aşk ve şevkiyle, Mescid-i Harâma vardığında, dayanamayıp, müşrikler tarafına dönerek seslendi:
– Bütün kâinâtın yaratıcısı olan Allahü teâlâyı bırakıp, niçin gidip, bu âciz putlara tapıyor, onlara yüz sürüyorsunuz. Gelin, Allaha ve O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edin!
Bunun üzerine müşrikler, hep birlikte üzerine yürüdüler. Kendisini çok fecî şekilde dövdüler. Kabîlesinden gelen ba’zı kimseler, kendisini baygın bir hâlde evine götürdüler.
Hazret-i Ebû Bekir, uzun bir süre kendisine gelemedi. Ayılması için yapılan bütün gayretlerden bir netîce alınamıyordu. Artık, ümitsiz bir şekilde başında beklemeye başladılar. Nihâyet akşam üstü biraz kendine gelir gibi oldu. Gözünü açar açmaz, ağzından çıkan ilk kelâm şu oldu:
– Resûlullah, ne yapıyor, O ne hâldedir? O’na bir şey oldu mu?
Annesi Ümmülhayr sevinç içinde dedi ki:
– Yavrum, bir şey arzû eder misin, yiyip içmek ister misin?
– Anneciğim, ben Resûlullaha bir şey oldu mu diye soruyorum. O’nun hakkında bana bilgi getirmediğin takdîrde, ne bir lokma yerim, ne de bir şey içerim.
– Evlâdım, vallahi, O’nun hakkında bir bilgim yok. Onun için sana cevap veremiyorum. Sen biraz ye, kendine gel. Sonra O’nun durumunu öğrenirsin.
– Hayır anne!. Sen Ümm-i Cemil’e git ve de ki: Oğlum Ebû Bekir, senden Resûlullahı soruyor. Acaba ne hâldedir?
Annesi de îmân etti
Annesi hemen gidip, Ümm-i Cemil’e durumu anlattı.
Daha sonra, annesi ve Ümm-i Cemil’in yardımıyla, yavaş yavaş Hazret-i Erkam’ın evine vardı. Peygamber efendimizi sağ sâlim görünce çok sevindi, Resûlullaha sarıldı. Artık bütün ağrılarını unutmuştu. Peygamber efendimize dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Bu benim annem Selmâ’dır. Ona duâ etmenizi istiyorum. O da hidâyete kavuşsun!
Peygamber efendimiz duâ buyurdu. Böylece annesi de, îmân ile şereflendi ve ilk Müslümanlardan oldu.
Resûlullah efendimiz Mi’râca çıktıktan sonra, ertesi gün, Kâ’be yanında mi’râcını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeye başladılar. Müslüman olmaya niyetli olanlar da vazgeçtiler.
Müşrikler, “Tamam, bu defa bir koz yakaladık” diyerek Hazret-i Ebû Bekir’e gidip sordular:
– Ey Ebâ Bekr! Sen çok defa Kudüs’e gidip geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer?
– İyi biliyorum. Bir aydan fazla.
Mi’râcınız mübârek olsun!
Kâfirler bu söze sevindi. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı gösterdiler.
Hazret-i Ebû Bekir, Resûlullahın mübârek adını işitince;
– Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir, deyip içeri girdi.
Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyorlar ve bir taraftan da diyorlardı ki:
– Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e de sihir yapmış.
Hazret-i Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle dedi ki:
– Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle ve kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana fedâ olsun!
Böylece Hazret-i Ebû Bekir, o gün tereddüde düşen Müslümanların tereddütlerini giderdi, diğerlerinin ma’nevîyatlarını güçlendirdi. Böyle tereddütsüz îmân etmesinden dolayı Resûlullah, o gün Hazret-i Ebû Bekir’e Sıddîk dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.
Beraber hicret ederiz
Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları baskılar ve işkenceler üzerine, Müslümanların çoğu, Resûlullah efendimizin izniyle Medîne’ye hicret etti. Hazret-i Ebû Bekir de hicret için izin istediğinde, Resûl-i ekrem buyurdu ki: – Sabreyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz.
– Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Böyle ihtimâl var mıdır? – Evet vardır.
Peygamber efendimizin bu cevapları, Hazret-i Ebû Bekir’i sevindirmişti.Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir hazırlıklara başladı. Hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de sadece; sevgili Peygamberimiz ile Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneli Müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullah efendimiz, hicret gecesi, Allahü teâlânın emriyle evinde Hazret-i Ali’yi bırakıp, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp, Hazret-i Ebû Bekir’in evine gitti. Hazret-i Ebû Bekir’e buyurdu ki: – Hicret etmeme izin verildi.
Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla sordu:
– Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah! Ben de beraber miyim?
Efendimiz cevap verdiler: – Evet…
Anam-babam fedâ olsun
Hazret-i Ebû Bekir sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında dedi ki:
– Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz, onu kabûl buyurunuz. – Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım.
Bu kesin emir karşısında mecbur kalan Hazret-i Ebû Bekir, devenin bedelini söyledi.
Hazret-i Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti.
Safer ayının 27’si perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk, yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca dedi ki:
– Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah!
– Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin?
– Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim.
Mağara kapısı önüne geldiklerinde, Hazret-i Ebû Bekir dedi ki:
– Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin.
Ayağını yılan soktu
Sonra içeri girip, süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı birçok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat biri açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Hazret-i Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, Hazret-i Sıddîk’ın ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca buyurdu ki: – Ne oldu yâ Ebâ Bekr?
– Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler, iz takip ederek mağaranın önüne geldiler. Mağaranın ağzının bir örümcek tarafından örüldüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkama dedi ki:
– İşte burada iz kesildi.
Müşrikler dediler ki:
– Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür.
Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Eylül ayının 20 ve Rebî’ul-evvelin 8. pazartesi günü Medîne’de Kubâ köyüne geldiler. O gün, Müslümanların Hicrî şemsî sene başlangıcı oldu.
Hazret-i Ebû Bekir, hazerde ve seferde Resûlullahtan hiç ayrılmadı. Ona her zaman arkadaşlık etti. Her zaman, malını, canını fedâ etmeye hazır hâlde yanında beklerdi.
Bedir savaşında bir ara, İslâm askeri zorlanmaya başladı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, Sa’d ve Sa’îd hazretlerini gönderdi. Sonra Hazret-i Ebû Zer’i gönderdi. Daha sonra da Hazret-i Ömer’i gönderdi. Bir saat geçtiği hâlde, zorlanma devam ediyordu. Bunu gören, Hazret-i Ebû Bekir, kılıcını çekip atına binmek isteyince, Peygamber efendimiz elinden tutup buyurdu: – Yanımdan ayrılma yâ Ebâ Bekr! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.
Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir’i ağlarken görünce buyurdu ki: – Yâ Ebâ Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı, bana, senden daha bereketli olanı yoktur.
Hazret-i Ebû Bekir’in îmânı
Hazret-i Ebû Bekir, diline hâkim olmak, lüzûmsuz hiçbir şey konuşmamak için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr kalmadıkça aslâ dünya kelâmı konuşmazdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Ebû Bekir’in îmânı, bütün mü’minlerin îmânı ile tartılsa, Ebû Bekir’in îmânı ağır gelir.)
Peygamber efendimizin ilk halîfesi ve peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmak fazîleti, üstünlüğü, sadece Hazret-i Ebû Bekir’e nasîb olmuştur. O, dîni kuvvetlendirmek, Peygamber efendimizi memnûn etmek için malını vermekte, düşmana karşı cihâd etmekte, hep önde olmuştur.
Hadîd sûresinde meâlen buyuruldu ki: (Mekke-i mükerremenin fethinden önce, malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihten sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’detti.)
Bu âyet-i kerîmenin, Hazret-i Ebû Bekir’in fazîletini ve derecesinin yüksekliğini gösterdiğini âlimlerimiz söz birliği ile bildirmişlerdir.
Tevbe sûresinde de, önce îmâna gelenlerden, her fazîlette öne geçenlerden, Allahü teâlânın râzı olduğu bildirilmiştir.
Allah ve Resulünü bıraktım
Tebük gazâsında, Resûlullah, herkesin yardım yapmasını emir buyurunca, herkes malının bir kısmını getirip verdi. Hazret-i Ömer, her zaman en çok yardımı yapan Hazret-i Ebû Bekir’i, bu defa geçeyim diye, malının yarısını alıp getirdi. Sonra Hazret-i Ebû Bekir de malını getirip teslîm etti. Peygamber efendimiz sordu: – Yâ Ömer, evine ne kadar mal bıraktın?
– Yâ Resûlallah, bu kadar da eve bıraktım.
Sonra Hazret-i Ebû Bekir’e dönüp sordu: – Yâ Ebâ Bekr, sen evine ne bıraktın?
– Yâ Resûlallah, evime bir şey bırakmadım. Tamamını buraya getirdim. Onlara Allah ve Resûlünü bıraktım.
Resûlullah efendimiz Hazret-i Ömer’e dönerek buyurdu ki: – İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.
Hazret-i Ebû Bekir’in, Peygamber efendimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetleri oldu. Zîrâ Peygamber efendimiz vefât edince, Eshâb-ı kirâmın aklı başından gitti. Mescidde ağlaşmaya başladılar. Hiç kimsenin inanası gelmiyordu.
Hele Hazret-i Ömer tamamen kendinden geçmiş bir hâlde idi. Peygamber efendimizin mübârek yüzüne bakıp diyordu ki:
– Resûlullah bayılmış, fakat baygınlığı çok ağır.
Ölüm sözünü ağzına almadığı gibi, kimsenin de söylemesini istemiyordu. Dışarı çıkıp dedi ki:
– Kim “Resûlullah öldü” derse, kılıcımla boynunu vururum!
Resûlullah da vefât edecektir
Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Abbâs’ın Eshâb-ı kirâm arasında bir ağırlığı vardı. Eshâb-ı kirâmı ancak bunlar teskin edebilirdi. Bunun için beraber mescide gittiler. Hazret-i Ebû Bekir buyurdu ki: – Ey insanlar! Resûlullahın, “Ben vefât etmiyeceğim” dediğini içinizde duyan var mı?
– Hayır, böyle bir söz duymadık.
Sonra Hazret-i Ömer’e dönüp sordu:
– Yâ Ömer, bu husûsta sen bir şey duydun mu?
– Hayır duymadım.
Sonra Eshâb-ı kirâma dönüp buyurdu ki:
– Hiç kimse, Resûlullahın vefât etmiyeceğini söyliyemez. Cenâb-ı Hakka yemîn ederim ki, Resûlullah ölümü tatmış bulunmaktadır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, “Muhakkak, sen de öleceksin, onlar da ölecektir” buyurmaktadır. Resûlullah, İslâmiyetin bütün hükümleri tamamlandıktan sonra, aramızdan ayrıldı. Artık kendimize gelip, defin işlerini tamamlayalım.
Sonra, Hazret-i Abbâs da buna benzer konuşmalar yaptı. Böylece Eshâb-ı kirâmın aklı başlarına geldi.
Sevgili Peygamberimiz bir gün Eshâb-ı kirâm ile sohbet ederken, “Şehitliğin fazîletlerini” anlatıyorlardı. Şehitlerin şefâ’ati hakkında buyurdu ki: – Kıyâmet gününde şehitler, mahşer yerine gelirlerken, orada bulunan Peygamberler ayağa kalkarlar. Onlar, çocukları, akrabâları ve dostlarından 70 bin kişiye şefâ’at ederler.
Gazânız mübârek olsun
Bu sözleri işiten Hazret-i Nevfel, Resûlullah efendimizden, şehit olmak için duâ istedi. Resûlullah efendimiz de duâ ettiler.
Bir müddet sonra, muhârebeye çıkıldı. Peygamber efendimiz de aralarında bulunuyordu. Bu muhârebe Hazret-i Nevfel’in duâsından sonraki ilk muhârebe idi. Ve bu muhârebede Hazret-i Nevfel şehit düşerek, arzûsuna kavuştu.
Peygamber efendimiz ve Eshâbı, muhârebeden dönüyorlardı. Karşılamaya gelenler arasında, Hazret-i Nevfel’in hanımı, çocukları ve yaşlı annesi vardı.
Yaşlı annesi, “Gazânız mübârek olsun” dedikten sonra Resûlullaha, oğlunu sordu. Peygamber efendimizin gözleri nemlendi. Oğlunun şehitlik haberini vermeye mübârek kalbi dayanamadı. Elleriyle arkayı işâret edip, yoluna devam etti.
Hazret-i Nevfel’in annesi, Peygamber efendimizin hemen arkasından gelen, Allahın arslanı Hazret-i Ali’ye de aynı şekilde oğlunu sordu. O da şehitlik haberini veremeyip, arkayı işâret etti.
Yaşlı kadın daha sonra, Hazret-i Ömer’e ve Hazret-i Osman’a rastladı. Onlara da oğlunun durumunu sordu. Onlar da cevap veremeyip Resûlullahın yaptığı gibi arkayı işâret ettiler.
En son gelen Hazret-i Ebû Bekir idi. Kadıncağız büyük bir ümitle sevgili Peygamberimizin azîz arkadaşına yaklaşarak aynı şeyleri sordu.
Hazret-i Ebû Bekir kendi kendine düşündü:
“Yâ Rabbî! Ne kadar zor bir durumdayım. Eğer doğruyu söylersem, mahzun kalbleri üzmüş olacağım. Bunu yapmaktan sevgili Peygamberimiz çekindi. O’na nasıl aykırı davranabilirim. Sen bana öyle bir şey ilhâm et ki, bu gariplerin yüreği daha fazla yanmasın Allahım!”
Yâ Allah!. Yâ Nevfel!.
Daha sonra, Hazret-i Ebû Bekir, bütün kalbiyle:
– Yâ Allah!. Yâ Nevfel!. diye bağırdı.
İşte o sırada, yaydan fırlamış ok gibi bir atlı, yıldırım hızıyla yanlarına yetişerek dedi ki:
– Buyur yâ Sıddîk, beni mi çağırdın?
Bu atlı, Hazret-i Nevfel’den başkası değildi.
Sonra, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize şunları söyledi: – Yâ Resûlallah! Hak teâlânın selâmı var. “Eğer Peygamberin mağara arkadaşı Sıddîk, bir kere daha (ALLAH) deseydi, yüceliğim hakkı için, bütün şehitleri diriltirdim. Çünkü, Ebû Bekir, câhiliyye devrinde bile yalan söylememiştir” buyurdu.
Bu hâdiseden sonra, Hazret-i Nevfel senelerce yaşadı. Nihâyet, “Yemâme” cenginde tekrar şehitlik şerbetini içti.