Selamun aleykum arkadaşlar, bu haftaki konumuz “Yetim Hakkı”. islamisohbetçi kanalımızdaki tefsir derslerimizde Nisa Suresinde yetim hakkı ile alakalı ardı ardına geçen ayetleri okudukça ne kadar önemli olduğunun idrakına vardım. Kuranı Kerimde 20den fazla ayette yetim hakkından bahsedilmektedir. En az namaz kadar yetim hakkının da müjde ya da uyarıcı olarak önemi vurgulanmıştır. Aynı şekilde Efendimiz s.a.v ‘de bu konuda bir çok müjde ve uyarılarda bulunmuştur. Yetim hakkı ile ilgili ayet ve hadisi şerifleri aşağıda paylaşacağım.
Yetimler toplumun emanetidirler. Yetimlere karşı alakasız kalmak, onları sevgisizliğin, güçsüzlüğün ve yalnızlığın kaderine terk etmek, topyekun herkesi sorumlu kılar. İslam’ın yetimlere karşı topluma tevdi ettiği bu görev pasif değil haddi zatında devletten ferde kadar uzanan, aksatılmadan her daim yürütülmesi gereken bir görevdir.
Nitekim bu hususta Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Müslüman toplum içinde en hayırlı aile yuvası, içinde bir yetimin barındırıldığı ve ona iyi davranıldığı yuvadır. Müslüman toplum içinde en kötü aile yuvası, bir yetimin barındırıldığı esnada ona kötü davranıldığı yuvadır.” (İbn Mace)
Dinimiz yetimlerin küçüklüğünden yararlanarak malını yemeyi, onların hakkını ihlal etmeyi yasaklamıştır.
Yetim hakkı yiyenler hakkında Yüce Rabbimiz,
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” (Nisa, 10) buyurarak bizleri uyarmaktadır.
Yetimler hem şahısları hem de malları açısından velayet/koruma altına alınmıştır. Bu yüzden, Kur’an-ı Kerim’de yirmiden fazla ayette yetimlerden söz edilmiş ve onlara özel ilgi ve koruma gösterilmesi istenmiştir. Maun suresinde dini yalan sayanın yetimi itip kaktığını, yoksulu doyurmaya teşvik etmediğini, bu kişilerin gösteriş için namaz bile kılabileceklerini ancak en küçük bir yardımı bile men ettikleri belirtilmiştir.
Müslümanlar olarak, yetimler yokmuş gibi yaşayamayız. Onlar da en az diğer çocuklar kadar şefkat ve ilgiye muhtaçtırlar. Hamisiz ve desteksiz bir yetim, tüm babaları ilgilendirdiği gibi bir öksüz de tüm annelerin mesuliyetindedir. Bizler onlar yokmuş gibi davranamaz ve yaşayamayız. Evet, biz her ne kadar haberdar olamasak da yaşadığımız toplumda, mahallemizde ve hatta oturduğumuz apartmanda bile korktuğunda sığınacak bir sineye hasret kalan, sevinçleri kederli, üzüntüleri katmerli, baba şefkatinden mahrum, anne sevgisinden bihaber nice yetimler var. Onlara gösterebileceğimiz en ufak şefkatimiz için,
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Bir yetimin başını okşayan kimseye, elinin değdiği saçlar sayısınca sevap yazılır.”
Siz hiç yetim başı okşadınız mı? Uhud’ta şehit düşen bir sahabenin küçük oğlu, aynı gün akşamüstü Rasulullah Efendimiz’e -“Babam nerede?” diye sorunca
Rasulullah (s.a.v) -“Baban şehit düştü” dedi. Şehit çocuğu ağlamaya başlayınca Efendimiz (s.a.v) dayanamadı, onun başını okşayarak kucağına aldı ve -“İstemez misin, ben baban, Ayşe de annen olsun?” dedi ve yetimin başını tekrar okşadı.
Bu küçük sahabi yıllar sonra şöyle demiştir: -“Şu anda saçlarım ağardığı halde Rasulullah’ın (s.a.v) elinin başıma değdiği yerler hala siyah kalmıştır. (Buhari)
Efendimiz (S.A.V) yetimlere özel davranmayı severdi Bir adam, Efendimiz’in (s.a.v) huzuruna gelip kalbinin katılığından yakınmıştı.
Buna cevap olarak
Efendimiz (s.a.v); “Kalbinin yumuşamasını istiyorsan, yoksulu doyur ve yetimin başını okşa” buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel)
Efendimiz (s.a.v) yetimlere gayet müşfik davranmış ve her fırsatta onları maddi ve manevi olarak desteklemiştir. Peygamberimiz (s.a.v) Mute muharebesinde Cafer b. Ebu Talip’in (r.a) şehadetini duyunca hemen onun evine gitmiş, göz yaşları içinde çocuklarını bağrına basıp koklamış, ardından yasları sebebiyle Cafer’in (r.a) ailesine yemek hazırlanmasını emretmiştir. Abdullah b. Cafer (r.a), Rasulullah’ın (s.a.v) kendileriyle yakından ilgilendiğini gösteren şu tatlı hatırayı nakletmektedir:
-“İyi hatırlıyorum, ben ve Hz. Abbas’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullah sokakta oynuyorduk. Allah Rasulü (s.a.v) bir binekle yanımıza geldi. Beni göstererek, ‘Şunu bana kaldırın!’ dedi ve beni ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek, ‘Şunu da kaldırın!’ dedi. Onu da terkisine aldı. Sonra üç defa başımı okşadı ve her okşayışında, ‘Allahım! Cafer’in evlatlarına sen sahip çık!’ diye dua buyurdu.” (Ahmed Hanbel) Rasulullah (s.a.v) yetimleri korumasına alanlara cennet müjdesini vermiştir:
“Kim Müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak, yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir günah (şirk) işlemediği takdirde, Yüce Allah onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizi)
Fahr-i Kainat Efendimiz (s.a.v) şehit aile ve çocuklarına özel alaka göstermiş, onlara elinden gelen maddi ve manevi yardımı esirgememiştir. Duruma göre bazen mağdur olanları doğrudan himayesi altına almış, bazen onların acılarına göz yaşlarıyla ortak olmuş, bazen de şehitlerin ahiretteki yüksek payelerini hatırlatarak geride kalan yakınlarının yanık yüreklerine su serpmiştir.
Rasulullah (s.a.v) genel olarak şehit aileleri için de şöyle dua etmiştir:
“Allahım! Onların kalplerindeki üzüntüyü ve başlarına gelen musibeti gider. Şehitlerin geride bıraktıklarını kendileri hakkında hayırlı eyle!”
Aminn aminn aminn..
Rabbim yetim hakkını idrak edip onlara karşı Efendimiz (s.a.v.) ‘in hassasiyetini bizlere nasip etsin.. .
1 hafta sonra Rabbim nasip ederse 11 ayın sultanı Ramazan Ayında da yetimlere sahip çıkmayı , onları hayır ve hasenatlarda bulunarak sevindirmeyi Rabbim nasip eylesin. Şimdiden Hayırlı Ramazanlar diliyorum..
Selam ve Dua ile
Kanalımızı ziyaret etmek için linke tıklayınız.. islamisohbetçi
Hayırlı sohbetler efendim…
Selamun aleykum ,
Yeni bir üç aylara girmiş bulunmaktayız. Üç aylarımız ve regaip kandilimiz mübarek olsun efendim.
islamisohbetçi
Rabbim hakkıyla ihya etmeyi nasip eylesin. Üç ayların ehemmiyeti hakkında sizlerle bilgiler paylaşacağım.
Üç aylardan birincisi Recep ayı… Onun ilk cuma gecesi, Regaip Gecesi’dir.
Üç ayların girmesiyle birlikte Müslümanların ruhlarını bambaşka bir hava kaplar. Çünkü bu aylar İlahî rahmetin coştuğu aylardır. Sair vakitlerde iyilik ve hasenelere on sevap veriliyorsa Recep, Şaban ve Ramazan aylarında gittikçe yükselen bir nisbette kat kat fazla sevap verilir.
Meselâ, başka zamanlarda okunan her bir Kur’ân harfi için en az on sevap yazılmaktadır. Recep ayında bu sevap 100 olarak yazılır, Şâban’da 300’ü aşar, Ramazan’daysa 1000’e çıkar. Cuma geceleri binleri bulur. Kadir Gecesi’nde 30 bine ulaşır.
Aklını iyi kullanan Müslümanlar bu açılan âhiret pazarından gerektiği kadar alışveriş ve ticaret yaparlar. Bu fırsat kaçırılmaz!
Recep ayının kudsiyetine Kur’ân-ı Kerîm’de işaret edilmiştir. 4 hürmetli aylardan biridir. Sevgili Peygamberimiz (sav) de üç aylar girdiğinde şöyle duâ ederlerdi:
“Allah’ım! Recep ve Şaban aylarını bize mübarek eyle ve bizi Ramazan’a kavuştur!”
Recep ayının ilk cuma gecesine Regaip Gecesi adı verilmiştir. Allah (cc) o gecede kullarına rahmet ve mağfiretini, lütuf ve ikramını, sevap ve mükâfatını bol bol verir.
Recep’in 27. gecesi Mi’rac, Şâban’ın 15. gecesi Berat, Ramazan’ın 27. gecesi bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi’dir.
Gerçekten üç aylar dünyaya âhireti kazanmak için gönderilen insanlar için çok kârlı ve kazançlı bir ticaret pazarıdır. Çalışan kazanır, hayatını ve malını Allah yolunda sarfedenlerin kârları birden bine çıkar, kâr içinde kâr ederler.
Böyle mübarek ay, gün ve geceler mü’minler için çok büyük fırsatlardır. Böyle bir fırsat elimize bir daha ya geçer ya geçmez! Dünkü gün elimizden çıktı. Yarına ulaşacağımıza dair elimizde senet yok! Öyleyse hakikî ömrümüz, bulunduğumuz gündür. Bunu unutmayalım! Bugün dünyadayız, yarın âhirette olabiliriz! Ecel gizlidir, her vakit gelebilir.
Bir kere daha geçmişimizin muhasebesini yaparak geleceğe hazırlıklı olmanın tedbirlerini almalıyız.
Unutmayalım ki: insan bu dünyada nasıl yaşamışsa kıyamet gününde Allah’ın huzuruna dünyada işledikleriyle birlikte varacaktır. Götürdükleri iyiyse sevinip mesrur olacak, kötüyse pişmanlık duyarak mahcup olacaktır. Ancak bu pişmanlığın orada faydası olmayacaktır.
Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
“Ey îman edenler! Allah’tan korkun! Herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın! Allah’tan sakının! Çünkü Allah işlediklerinizden haberdardır.” (Haşr, 59/18)
Unutmayınız ki, hayatın en tatlı, en parlak günleri, Allah ve Resûlü’nün emirleri ve rızası yolunda geçen ebedî ve şerefli günlerdir.
Hak yolunda sarfedilen ömür sermayesinin bir saniyesi bazen ebedî bir ömrü kazandırabilir.
Bugün ızdırap içinde kıvranan, başını taştan taşa vuran, saadet sabahı bekleyen, nur isteyen, huzur arayan insanlık Allah ve Resûlü’ne itaat etsin, Kur’ân’a tarziye versin, onun kalesine girsin, o zaman bütün dertler dinecek!
Dalgalar duracak! Ümmet-i Muhammed (sav) sahil-i selâmete çıkacaktır.
Aklımızı başımıza alalım!
İman ve Kur’ân’ın hakikatlarına sarılalım!
Dünyanın aldatıcı oyunlarına, vefasız zevk u safâlanna aldanmayalım! Sonra bize yazık olur. Ömür sermayemiz uçar, gider.
Elimizde yalnız günahlar, hatalar, pişmanlıklar kalır.
Kandil Geceleri’nde ibadetle geçirmeye çalışalım, tövbe ve istiğfar edelim!
Kur’ân okuyalım!
Kaza namazları kılalım!
Bol bol salavat-ı şerife okuyalım!
“Ve sâri’û ilâ mağfiretin mirrabbiküm” fermanına kulak verelim! Yâni Rabbimizin mağfiretine koşalım!
Namazla, oruçla, tövbe ve istiğfarla Allah’a dönelim!
Kur’ân’ı dinleyelim! O nur ile nurlanalım! Hidayetiyle amel edelim! Hayatımızı Kur’ân’a göre yaşayalım!
Ebedî Rehberimize, Allah’ın Resûlü’ne uyalım!
Saadet ve selâmet bundadır.
Aradığımız huzur ve emniyet îman hakikatları dairesindedir.
Rabbim bu değerli gün ve gecelerimizi hakkıyla ihya edenlerden eylesin dostlar..
Selam ve dua ile..
Selamun aleykum,
Bu hafta sizlere hiçliğin anlamlarını Mevlana ve Şems-i Tebrizi’den anlatımlar ile ve Nasrettin Hoca’nın hiçlik fıkrası ile paylaşım yapacağım…
islamisohbetçi
Esas kirlilik, dışta değil içte, kisvede değil kalpte olur. Onun dışındaki her leke ne kadar kötü görünürse görünsün, yıkandı mı temizlenir, suyla arınır. Yıkamakla çıkmayan tek pislik kalplerde yağ bağlamış haset ve art niyettir.
Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen HİÇ ol. Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl çömleği tutan dışındaki biçim değil, içindeki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil, hiçlik bilincidir.
Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar. Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına, demek ki sende korku ve utanç içindesin çoğunlukla. Yok eğer Tanrı dendi mi evvele aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
Aklın kimyası ile aşkın kimyası başkadır. Akıl temkinlidir. Korka korka atar adımlarını. “Aman sakın kendini” diye tembihler. Halbuki aşk öyle mi? Onun tek dediği: “bırak kendini, ko gitsin!”
Akıl kolay kolay yıkılmaz. Aşk ise kendini yıpratır, harap düşer. Halbuki hazineler ve defineler yıkıntılar arasında olur. Ne varsa harap bir kalpte var!
Tebrizli Şems / Mevlana…
Tasavvufun Günümüzde Uygulanması
Tasavvuf, insanın kendi içine yaptığı yolculuktur. İslam tasavvufunda bu yolculuğa sülûk denir ve tasavvufta varılması gereken nokta İslam’da “Kendini hiçlikle bilen Rabbini varlıkla bilir” noktasına ulaşmaktır.
Hiçlik, kişinin her sahip olduğu özellikte (isim ve sıfat) dengelenmesi ve yaratıcının sonsuzluğunda kendi yerini idrak etmesidir. Bu hal, şahsiyetsiz, tembel bir kişilik yaratmaz. Bilâkis, yaratıcısından emin olan, maddi olayların yıkamadığı kuvvetli şahsiyetler oluşturur.
Böyle dengeli, kişilikli insanın beşer halinden varolabilmesi için mesela;
1.Ben bir bedene sahibim ve bedenimin sağlıklı, yorgun, enerji dolu ya da hasta hali beni etkilemez çünkü bedenim sadece, içinde Allah’ın manasını taşımak için vardır, ve bu yüzden ben bedenime değer veriyorum ama tapmıyorum,
2. Ben duygulara sahibim ama bu duygular bende yaratıcının manasını idrak etmem için, üzerimde hak olan yaratıcıya ait isim ve sıfatları ortaya çıkarmak için vardırlar yani aracıdırlar,
3. Ben bir akla sahibim ama aklımı kural koymak için değil, yenilikleri öğrenmek ve algılayabilmek için (tefekkür) kullanırım. Kıyasların, aklı işlettiğini bildiğim halde, zıddı olan bir şeyin aslında var olmadığını idrak ettiğimden, kıyasları birliğe ulaşmada aracı olarak kullanırım,
4. Ben bir egoya sahibim, ama ben sonsuza nisbetle hiçim. Buna rağmen hiçlikte tecelli edene göre herşeyim. Allah’ın beni saymış olması ve yaratmış olması ve benden tecelli etmesi bana güven sağlar. Buna rağmen mükemmel olma isteğimde hiçbir zaman başarılı olamayışım bana hiçliğimi öğretir,
5. Ben bir kalbe sahibim. Ancak bilirim ki kalbim bir et parçası olmayıp, Allah’ın ışığının vurduğu yerdir. Çünkü Kuran’ da Allah, “Ben yerlerin ve göğün nuruyum, ışığıyım” buyuruyor. İşte bu ışık sayesinde kalbim, aklımın algılayamadığı derinlikleri ve sonsuzluğu idrak eder. Ve kalbim, Allah’ın mekânı olur. Orada tecelli eder. Bu tecelli sayesinde ben herşeyin Bir’den ibaret olduğunu ve bütün sayıların birin tekrarı olduğunu idrak ederim,
6. Ben Allah’ın ruhumdan ruh üfledim dediği sonsuz bir zenginliğe sahibim ve bunu idrak ettiğim zaman huzurlu olurum ve Allah’ın huzurunda olurum
der.
Bütün bu idrakler, insanın vücudu içinde dengeyi kurmasıyla alakalıdır. O halde önce, bedenimizi sağlam ve esnek tutmak, midemizi yeterli ve dengeli gıdalarla beslemek, tutkularımızı aşırılıktan korurken, tutkusuz olmaktan da kaçınmaktır. (Mesnevi’ de Hz. İsa’ya sorarlar; “En korktuğunuz şey nedir?” “Allah’ın gazabıdır” der. “Peki bundan nasıl korunuruz?” deyince, “Kendi öfkenizi yenerek.” diye cevap verir. Korkular nefsin eseridir diyor Hz. Mevlâna. Allah’ına güvenen ve Allah’ın evebeyn olarak hakiki koruyucu olduğuna inanan kişi için tek korku, bu yüce sevgiliyi kırma korkusudur. O bile, annesinin ilgisini çekmek için şımaran çoçuğun korkusuna benzerse insanı acı çekmekten uzak tutar. Ama bu hal ve bu idrak tedbirsiz kalmak değildir. Tedbiri alıp sonucu hakkında üzüntü duymamaktır. Dünyadaki bize ait gözüken şeylerin, yok olabileceğini düşünerek, Epiktet’in dediği gibi “Çömlek seviyorsan itiraf et, kırılınca üzülmezsin” diyebilmektir. Kuran’ ın cehennemin kapıcısına verdiği adın Malik, yani mülk sahibi, cennetin kapıcısına verdiği adın da Rıdvan, yani razı olan olduğunu bilerek, dünyada bize verilen şeylerin emanet olduğunu hissedip, mülk haline geçirmemek (benim dememek) ama korumak, başımıza gelen hadiselerde ise sıkıntı ve bela duyma yerine terbiye olduğumuzu hissederek sevinmek derecesine ulaşmaktır.)
Eflatun, İslâm’ın sırat-ı müstakîm dediği bu duygulardaki dengeyi şöyle anlatır: Vucüt aklın idare ettiği bir at arabasıdır. (Buradaki akıl gönülle evli olan akıldır, yani sezdiği şeylerin gönül tarafından teyid edilmesiyle tatmin olan akıldır). Atlardan bir tanesi şehvet yani duygularda aşırılık, diğeri şecaat yani terbiye edici ahlak, etiktir. Ancak atlar dengede olduğu zaman araba düzgünce yol alır. Burdan da anlaşılıyor ki, ilk insanla başlayan tasavvuf, her devirde aynı şeyleri söylemiş ve aynı şeyleri önermiştir.
O halde insan bütün bu özelliklerinden dolayı, kendinde var olana göre var, kendine göre yoktur. Bu yüzden gururlu değil, vakarlı olur. Gurur, “Ben üstünüm” demek, vakar ise “Var olmamın sebebi var” demektir.
Bu anlayış insanı içindeki huzura, yani Allah’ın huzuruna götürür. Ve insan, bu anda pratik akla kavuşur.
Kendi manalarının kılavuzluğuyla, belli bir düzeye ulaşan kişi dünyadan etkilenmez. Övüldüğünde sevinmez, yerildiğinde incinmez. Aç gözlü değildir. Kaybetmekten korkmaz. Yalnız Allah’a güvenir. Bu hal tasavvufu birebir hayatında yaşayan Hz. Musa’da aşikâr olmuştur. Kuran’da ve Ahd-i Atik’te belirtildiğine göre Musa, güven makamına böyle çıkar. Yaratıcı ona elinde ne olduğunu sorar, Musa; “Bu benim asam, ben ona dayanırım.” der, ve onunla neler yaptığını anlatır. Allah asayı atmasını emreder. Asa yılana dönüşür. Böylece Hz. Musa dayanılacak tek gücün Allah olduğunu öğrenir. Daha sonra Musa asasını Allah’ın emri ile Firavun ve sihirbazların önünde yere atar. Yılana dönüşen asa, sihirbazların yılanlarını yutar. Bu da Allah’ın emrinin insan irade ve çabasından daha güçlü olduğunu ispat eder. Allah, Musa’ya, “Yere attığında atan sen değilsin.” buyurur. Bu da insana, kendi irade ve arzularımızla Allah’ın iradesini bozmaksızın mevcudata hizmet etmenin zevkini öğretir.
Bunların sonucunda insan, insan olmanın zevkini yaşar. Hedefimiz kendimizi yok etmek değil, kendimiz aracılığıyla insanî ve gizli ruhları görebilmektir.
Tasavvuf, hakkında konuşulması gereken değil, yaşanması gereken içsel yolculuktur. Tassavvuf şeriatın iç yüzünü araştırır ve insanı şeriata değil, şeriatı insana hizmet eder hale geçirir
Kelime-i Tevhid, “La ilahe illallah” olup, “La”, yok diyenleri, (ateistleri, benden başka herşey yok) kabul, ikinci kısmında, önümüze gelen herşeye taptığımız devreleri kabul, üçüncü kısmında taptığımız şeylerin bir bir yok olduğunu gördüğümüz, tapılacak hiçbirşey yokmuş; “la ilahe” devresini kabul, ve sonunda “nefsini bilen Rabbini bilir” haliyle “yalnız var olan Allah’tır”ı kabuldür.
Namaz bütün sufizm yollarında geçerli olan içsel huzur, kendindeki yaratıcıyı bulmak, (Hak) o yaratıcı önünde eğilmek ve onunla birlikte miraçta bulunmaktır.
Zekat, insanın toplum içinde yaşayabilmesi için tek çarenin fazlalıklarını onlarla paylaşmanın zevkine varmak olduğunu öğretir.
Oruç, vücudu aşırılıklardan alıkoyan ve sabrı öğreten, fakirin halini idrak ettiren ve lâyıkıyla yapabilen için Kuran’la müjdelenen ibadettir. (Ramazanın sabrının neticesi Kadir gecesidir, yani Allah, kendi manasını taşıyan ilmi insanlara lütfetmiştir).
Hac, insanlar arasındaki ayırımı ortadan kaldırarak Allah’ın manasını taşıyan ve içi putlardan (Allah’tan gayrıdan) temizlenmiş gönül etrafındaki tavaftır.
Görüyoruz ki tasavvuf, maden, bitki ve hayvan vasıflarıyla yaratılmış beşerin insan olma sanatıdır. Günümüzde dinler, tasavvufun birleştiriciliğinde ve gözlükleriyle birbirlerinin tamamlıyıcısı olarak görülebilirlerse, herşeyin tekten ibaret olduğu bilinir. Bu bakış açısından farklılıklar birliğin güzelliğini yansıtan aynalar olarak kabul edilir ve sloganlar atılarak yaşanmak istenen savaşsız toplumlar, kendi iç savaşlarını bitirmiş insanlar sayesinde sağlanabilir.
Hiç Olmak
”Nasrettin Hoca’ya sormuşlar:“Kimsin?”
“Hiç” demiş Hoca, “Hiç kimseyim.”Dudak büküp önemsemediklerini görünce, sormuş Hoca:
“Sen kimsin?”
“Mutasarrıf” demiş adam kabara kabara.
“Sonra ne olacaksın?” diye sormuş Nasrettin Hoca.
“Herhalde vali olurum” diye cevaplamış adam.
“Daha sonra?” diye üstelemiş Hoca.“Vezir” demiş adam.
“Daha daha sonra ne olacaksın?”
“Bir ihtimal sadrazam olabilirim.”
“Peki, ondan sonra?”Artık makam kalmadığı için adam
boynunu büküp son makamını söylemiş:
“Hiç.”
“Daha niye kabarıyorsun be adam.
Ben şimdiden senin yıllar sonra gelebileceğin makamdayım:
“Hiçlik makamında!
Gördüğümüz gibi hiçlik insanın tekamul zirvesindeki makamıdır. Rabbim hiçlik şuuruyla yaşamayı ve hiçlik ile eşref olmayı nasip eylesin…
Selam ve dua ile…
islamisohbetçi ailesini ziyaret için ,
islami sohbetçi radyo birbirinden güzel ilahi ,ezgi ve sohbetlerimiz için ,
islamisohbetçi radyomuz winapten
dinlemek için tıklayınız…
بِاسْمِهِ – وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Yirmi Beşinci Sözün Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan bir tek âyetin, mu’cizâne altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur’ân’ın nazarında gıybet ne kadar şenî (çirkin, alçakça) bir şey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur’ân’ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.
Yirmi Beşinci Sözde; Kur’an’ın mucize olmasının birçok cihetleri izah ediliyor. Beşinci Noktada ise Üstadımız; “Beyanındaki beraattir; yani, tefevvuk ve metanet ve haşmettir.” diyerek, Kur’an’ın bir şeyi ifade etmesinden, daha yüksek, daha sağlam, daha büyük, daha görkemli bir beyan olamaz manası açıklanıyor.
“Tabakat-ı hitabiyede beyânât-ı Kur’âniye en yüksek mertebededir.” Denilerek örnekler veriliyor, ilk olarak; kıyametten bizi korkutmak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor: “Dehşeti her şeyi kaplayan kıyametin haberi sana geldi mi?” Gaşiye Sûresi, 88:1. İkinci olarak; cehennemden bizi korkutmak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor: “Neredeyse öfkeden parçalanacak!” Mülk Sûresi, 67:8. Sonrasında da aşağıda okuyacağımız gıybet bahsinin kelimelerine geçiliyor.
Kur’an’ın beyanından sonra beyan olamaz cümlesine binaen; Üstadın genişçe açıklama yapması da soruluyor. Risale-i Nur’un gıybet hakkında yapmış olduğu izahlar; zaten Kur’an âyetlerinin belagat kıvrımlarında bulunan latif manalardır. Üstad Hazretlerinin yapmış olduğu sadece o kıvrımları açmak ve o latif manaları avama teşhir etmekten ibarettir. Yoksa -haşa- âyette olmayan manaları oraya ilave etmiş ya da ulaşmış değildir. Kur’an üzerine telif edilmiş bütün hak tefsirler, Kur’an’ın belagatinden çıkan tefsirlerdir. Dolayısı ile müfessirler bu hususta etken değil edilgendir. Yani müfessirler beyan-ı Kur’an’ı açmak ve fasletmek üzerine hareket etmişler…
İşte اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا âyetinde altı derece zemmi (ayıplama, kınama) zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder.(sakındırma) Şu âyet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, mânâsı gelecek tarzda oluyor.
Evvela ayet mealinin tamamını okuyalım: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. Kiminiz kiminizi gıybet etmesin. Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Öyleyse Allah’ın azabından korkun da bu çirkin işten kendinizi koruyun. Allah tövbeleri kabul eder, merhamet ve ihsanı boldur.” (Hucurât, 49/12)
Malumunuz zannın çeşitleri vardır. Bunun günah olan kısmı; suizandır ki bu ayette Cenab-ı Hakk bizzat yasaklamıştır. Âyetin sakındırma kısmı, özellikle gıybete tahsis edilmişse de; suizan ve tecessüse de tatbik edilebilir. Gıybet etmeyenler için bunlar tatbik edilemez, fakat onların da sakınması için bu günahın ne kadar çirkin olduğunun ifade edilmesi gerekirdi.
Şöyle ki: Malûmdur, âyetin başındaki hemze, sormak, “âyâ” mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi, âyetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımnî var.
“Hemze” mı/mi edatıdır. Yani; her bir âyetin kelimesinde ayrı bir soru olarak karşımıza çıkıyor. (Ne olmuş ki, yok mu ki, bozulmuş mu ki, gibi soruları aşağıda göreceğiz inşallah.) Üstad da her bir kelimede bu soruyu sorarak, her kelimeden ayrı ayrı anlamlar çıkarmış.
İşte, birincisi, hemze ile der: Âyâ, sual ve cevap mahâlli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin bir şeyi anlamıyor?
Malumunuz akıl; soru-cevap mahallidir. Yani birine bir soru sorduğumuzda kişi bize hissen, kalben değil aklen, ilmen cevap verir. Aklımıza soruyor; sana ne olmuş ki ölmüş kardeşinin etini yiyorsun denilerek, akla gıybetin ne kadar kötü olduğu ihsas ediliyor. Demek ki gıybet ettiğimiz anda aklımız başımızda değil diyebiliriz.
İkincisi: يُحِبُّ lâfzıyla der: Âyâ, sevmek ve nefret etmek mahâlli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
“Yuhibbu” lafzı sevgi, sevmek, hoşlanmak, manalarını içermektedir. Bu manalar ise akıldan ziyade kalbi ilgilendirir. Zira sevginin merkezi kalptir. Yani sevginin, nefretin kaynağı olan kalbiniz bozulmuş mu ki, böyle sevimsiz ve çirkin bir işi yapar. Zira bozulmamış bir kalp sever. Siz kardeşinizin etini yemek gibi bir davranışı sergilediğinize göre, kalbiniz normal duruşunu muhafaza etmiyor demektir. Demek ki gıybet ettiğimiz anda kalbimizin bozulduğu anlaşılıyor.
Üçüncüsü: اَحَدُكُمْ kelimesiyle der: Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
“Ehaduküm” sizden biriniz anlamına gelmektedir. Yani cemaat ve cemiyeti meydana getiren fertlerden herhangi birinin, diğerini gıybet ile çekiştirmesi, elbette ki, cemiyetin sıhhat ve selametini zedeleyecektir. İçtimai hayatı bir keşmekeşliğe sevk edecektir. Ayet-i Kerime’de geçen “ehaduküm” kelimesi bu hassas ve önemli noktayı nazara veriyor. Müminleri dikkate sevk ediyor. Gıybetten içtinab etmeyi emrediyor.
Dördüncüsü: اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ kelâmıyla der: İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Burada da; gıybet etmek et parçalamaya benzetiliyor. Bu etin; “ölü kardeş” eti olduğu sonraki iki kelimede beyan ediliyor. Mesela; yırtıcı hayvanlardan aslan; çok zor durumda kalmazsa, kendi hemcinsini, arkadaşını kesinlikle yemek için parçalamaz. Fakat bizler; çok rahat bir şekilde, hiçbir zaruret yokken, birbirimizin gıybetini yapmak suretiyle, birbirimizi adeta parçalıyoruz.
Beşincisi: اَخِيهِ kelimesiyle der: Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz?
Sıla-i rahim, akrabalarla ilişki ve alakayı sağlam tutmak, irtibatı koparmamak demektir. Gıybet ise; insanlar ve toplumsal hayatın bağlarını zayıflatan ve koparan bir günahtır. Sıla-i rahim, bir nevi gıybetin panzehiri gibidir. Zira gıybet, akrabalar arasındaki bağı zayıflatır, husumeti çoğaltır; sıla-i rahim ise, bağı kuvvetlendirir, muhabbeti artırır. İkisi bir arada bulunamaz. Burada dikkat edilirse mazlum denildi, demek ki gıybet etmek zalimin işidir.
Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Sizin kardeşiniz; sosyal hayatınızın bir uzvu, bir organı demektir. Nasıl ki organlarımız bir araya gelerek; insan denen varlığı netice veriyor, insanlar da bir araya gelerek toplumu/cemaatleri ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla her bir insan, bir organ oluyor. Bir insanı gıybet etmek demek; cemaatimizin/toplumumuzun bir uzvunu ısırmak demektir. Yani; kendi uzvumuzu ısırmak demek oluyor.
Altıncısı: مَيْتًا kelâmıyla der: Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir hâlde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
En muhterem bir hal; kişinin ölüsüne bir atıftır. Malumunuz ölünün cenazesi yıkanırken bile hor davranılmaz. Ölüye hürmet gösterilir. Bu hele ki din kardeşimizse, onun da ötesinde nesebi kardeşimizse daha bir dikkatli olmamız gerekirken; adeta manevi olarak en dar daireden başlayıp, ta kitlesel gıybetlere kadar girebiliyoruz ki vicdanı, fıtratı bozulmamış olanlar bundan uzak dururlar.
Demek, şu âyetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delâletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur(kınanmış).
Burada zaten konuyu baştan özetlemiş oldu. Gıybet edenin o anda; aklının gittiğini, kalbinin bozulduğunu, insaniyetten, vicdandan, fıtrattan, milliyetten nasibini alamadığını ifade etmiştik.
İşte, bak, nasıl şu âyet îcazkârâne (az sözle çok mânâlar anlatır şekilde) altı mertebe zemmi zemmetmekle, i’câzkârâne (benzerini yapmaktan insanları aciz bırakacak şekilde) altı derece o cürümden zecreder.
Hakikaten ayet 5 kelime 1 harfte; gıybetten uzak durmamız gerektiğini veciz bir şekilde ifade etti. Bunu daha güzel beyan edebilecek hiçbir şahıs ve eser olmaması da, Kur’an’ın mu’cizevi olmasının aşikâr delilidir.
Gıybet, ehl-i adâvet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez. Nasıl meşhur bir zat demiş:
وَ اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ – فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ
Yani, “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.”
Gıybetin birçok sebeplerinden; düşmanlık, kıskançlık ve inat nazara veriliyor. İzzet-i nefis sahibi, yani bugünkü tabirle delikanlı olan biri gıybete tenezzül etmez. Bir mesele varsa ilgili kişiye gider, yüzüne söyler. Buradaki söylemenin de ölçülü olması gerekir ki; aksülamel olmasın; tahakkümle değil, lütufla ıslahına çalışmalı…
Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.
Allah Resulü (a.s.m): “Gıybet nedir?” diye sordu. Sahabeler: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Resulullah (a.s.m): “Gıybet bir Müslüman kardeşini onun hoşlanmayacağı bir biçimde anmadır.” buyurdu. “Eğer söylediğim şeyler kardeşimde varsa” denildi. Resulullah (a.s.m): “Eğer söylediğin şeyler kardeşinde varsa, onun gıybetini yapmış, yoksa iftira etmiş olursun” buyurdu. (Müslim)
“Gıybet”, birisinin aleyhinde konuşmak demektir. Kişi konuştuğumuz şeyi duyduğunda, şayet küsüp darılıyorsa, o konuştuğumuz şey kesinlikle gıybettir ve caiz değildir. “Yorum yapıyorum, ben doğruları söylüyorum…” demek işin bahanesidir ve asla bu günaha mazeret teşkil etmez. “Yüzüne de söylerim” diyenlere de “Kardeşim o zaman git yüzüne söyle” diyerek gıybetin önünü kesmeliyiz.
Konuşulan şey doğru olmayıp, yalan olursa; “iftira” sınıfına girer ki; bunun şer’i hukukta cezası bile vardır. Mesela, namuslu bir kadına zina iftirası atmanın cezası; Nur sûresi 4. ayette “Namuslu ve hür kadınlara (zina) iftirası atan, sonra dört şahit getiremeyen kimselere seksen değnek vurunuz. Onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyiniz. Onlar fasıkların ta kendileridir.” şeklinde beyan edilmiştir.
Üstadımız da Barla Lahikasında şöyle ifade ediyor: “Gıybetin en fena ve en şenîi (çirkini) ve en zâlimâne kısmı, kazf-i muhsanât (zina isnat etme) nev’idir.”
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekvâ suretinde bir vazifedar adama der, tâ yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Burada özellikle işyerlerinde yapılan gıybetin önü kesiliyor. Birkaç personelin başka bir personel hakkında konuşmaları gıybettir. Fakat birisi veya hepsi birden, çıkıp yönetici ile konuşurlarsa gıybet olmaz. Bir de şu yönü var ki; yöneticilerin olayı çözüp çözmemesinin bir önemi bulunmuyor, yetkili kişinin veya karar merciin dışında konuşanların hepsi gıybete girmiş olur. Çünkü bütün fitne ve fesatların mukaddemesi gıybettir. Toplumun huzuru ve dirliği için gıybetten uzak durmak gerekiyor. Vazifedar adamı elbette patronla sınırlandırmak uygun olmaz; baba, polis, jandarma ve benzeri de; münkeri izale etme noktasından vazifedardırlar, konuşulabilir.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını edâ etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. Çünkü zarar göreceksin.”
Burada da ticari hayatın korunması söz konusu özellikle, biriyle bir iş yapmak isteyen biri gelip bize danışırsa, biz de sırf maslahat için, meşveretin hakkı için; o adamın bildiğimiz özelliklerini söylememiz icap eder ve bu gıybet sayılmaz. Bunu ticari hayatla sınırlandırmak doğru olmaz; buradaki esas meşveret etmektir; mesela kız isteme olaylarında da bildiğimiz hakikatleri gizlemememiz gerekmektedir vb.
Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filân yere gitti.”
Kasıtlı olarak hakaret içeren vasıfları kullanmak caiz değildir. Yani kişi, ister açık ister gizli tahkir edilmemelidir. “Serseri” kelimesi “işsiz, başıboş” anlamında kullanılıyor; günümüzde anlaşıldığı gibi berduş anlamında kullanılmıyor.
Birisi de: O gıybet edilen adam fâsık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak âşikâre bir surette işliyor.
Burada bahsedilen “fâsık-ı mütecahir”dir. Yani fenalıktan sıkılmayan, işlediği günahla iftihar eden, zulmünden lezzet alan, sıkılmadan, utanmadan, açıkça günah işleyen kişilerden bahsediliyor. Bunlardan; faraza ailemizi, gençlerimizi, bacılarımızı korumak ve sakındırmak için bahsedilebilir. Bunu da yine ileri gitmeden, ölçüyü kaçırmadan yapmak gerekir.
İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.
Gıybet hiçbir hâlde, hiçbir durumda faydalı değil, fakat mahsus bazı yerlerde caiz olabilir. Bu gibi hükümler fazilet ve takva içermezler, fetva ve ruhsattırlar.
Yoksa gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a’mâl-i salihayı yer, bitirir.
Gıybet kul hakkı ihlali olduğu için; gıybeti yapılan kişi hesap günü gıybetçinin sevaplarından bir kısmını alarak hakkını almış olur. Dolayısıyla gıybet eden kişinin sevaplarında azalma olacak. Allah korusun; orada bir bakacak ki sevap hanesi boşalmış adeta, yani iflas etmiş. Rabbim bizi iflas edenlerden eylemesin. Gerçek müflis; ahirete namazıyla, orucuyla, zekâtıyla gider. Fakat işlediği günahlar sebebiyle -bunlardan biri de gıybettir- amelleri haklılara dağıtılır. Ameli bitmişse alacaklıların günahları kendisine yüklenir…
“Ateşin kuru odunu yakması, insanın sevaplarını yok etmekte; gıybetten daha hızlı değildir.” (İmam Cafer-i Sadık)
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit اَللّٰهُمَّ اغْفِرْ لَناَ وَلِمَنِ اغْتَبْنَاهُ demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helâl et” demeli.
Hasbelbeşer bir şekilde gıybet ettik veya isteyerek dinledik, o halde; “Ya Rabb! Bizi ve gıybet ettiğimiz kişiyi mağfiret et.” Demeli, rastgelince de helallik dilemeliyiz. Buradaki mağfiret ifadesi de çok önemli, malumunuz mağfiret aftan ötedir. Yani Allah mağfiret ettiğinde; affediyor, kusuru örtüyor, yüzümüze vurmuyor. Seyrangah.tv’de; İsm-i Gafur ve İsm-i Afuv farkı işleniyor. Onun için dualarımızda bizi affet yerine, bize mağfiret et demek daha münasip ve cami bir dua olur.
KAYNAK:/Mektubat/Yirmi İkinci Mektup/Hatime (s:390)
islamisohbetçi
Rabbim bu tiksinç HARAMDAN bizleri muhafaza buyursun….
Selam ve dua ile…
Selamun aleykum,
Bu hafta,” Niçin dua ediyoruz ? ” sorusunun cevabını Kuran ve sünnet ışığında kısa kısa maddeler halinde öğreneceğiz.
islamisohbetçi
Evvela, “Dua bir sırr-ı azim-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin(kulluğun) ruhu hükmündedir.” Yani dua ibadettir, insan ise ibadet etmek için yaratılmıştır.
İkincisi, bir çok ayet ve hadis duayı emrettiği için dua ediyoruz.”Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan, 25/77) ayetinde olduğu gibi.
Üçüncüsü, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاۤؤُكُمْ “Yani, ‘Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?’ayetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyaz…”
Yani insan Allah katında kıymet ve fazileti dua ile kazanır.
Dördüncüsü, dua insanın Allah karşısında acizliğini ve fakirliğini anlayıp ona müracaat ederek, ihtiyaçlarını ondan talep etmesidir ki, bu, Allah’ın hoşnutluğuna ve rızasına kapı açar. Bu yüzden Allah duada çok ileri giden kullarını çok sevmiş ve taltif etmiştir. Bizler de Allah tarafından sevilip taltif edilmek istiyorsak dua ile ona halimizi arz etmeliyiz.
Beşincisi.
“Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder. İşte, ey aciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, ala-yı illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al, bir abd-i külli ve bir vekil-i umumî gibi اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ “(Allah’ım) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım (medet) dileriz. (Fatiha-5)” de kainatın güzel bir takvimi ol.”
Dipnot Kaynaklar: Lemalar (25. Lema), Sözler (23. söz)
Rabbim ubudiyetimizin acizliğini idrak edip duayla kendine yönelen ve rızasına tabi kullarından eylesin.
Selam ve dua ile..
islamisohbetçi
“Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’ Sizin içinizde olanı Rabbiniz hakkıyla bilir. Eğer siz salih kimseler olursanız, muhakkak ki O, kendisine yönelenler için çok bağışlayıcıdır.” İsra Suresi, 17:23-25.
“Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmayı tavsiye ettik. Özellikle de anasını tasviye ederiz ki, o, kat kat zaafa düşerek ona hamile kalmış, emzirmesi de tam iki sene sürmüştür. Binaenaleyh; bana ve ana-babana şükret. “ (Lokman, 31/14).
Büreyt’den rivayet edilen bir hadîs-i şerifte; adamın biri Kâbe’yi tavaf ederken annesini omzunda taşıyarak tavaf ettirmiş, Resulullah’ın yanına gelerek:
“Hakkını ödedim mi?” diye sormuş. Resulallah buyurmuşlar ki:
“Hayır, sana hamile iken alıp verdiği bir nefesin hakkı bile değil.”
Bu şefkat dolu tasvirin, insanları anne babalarına teşekküre yönelttiği oldukça açıktır.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.) Hz. Peygamber (s.a.s.)’e sordu:
“Ya Resulullah, amellerin hangisi daha üstündür?” Resulullah:
“Vaktinde kılınan namaz.” buyurdular.
Abdullah b. Mes’ud diyor ki tekrar sordum:
“Sonra hangisidir?”
“Anne-babaya iyiliktir.” diye cevaplandırdılar.
“Sonra hangisidir?” dedim.
“Allah yolunda savaşmaktır.” diye buyurdular.
Allah hepimizi anne ve babasına hürmet eden, hizmet eden, onların ve Allah’ın rızasını kazanan evlatlar olmamızı nasib etsin…
Selam ve dua ile..
Selamun Aleykum,
Bugünkü konum”Nefs nedir?, Nefsle nasıl mücadele edilir? bunun mülahazasını yapacağız.
islamisohbetçi
İnsanda bir çok emanetler lütfedilmiştir. Bu latifeler göz, kulak,akil,kalp,ruh .Nefis ve heva ve kuvve-i sehaviye (ihtiyaçlar)ve kuvve-i gadabiye (kötülüklerden koruma amaçlı) gibi şeylerdir.
Nefis insana kendini tanıyabilmesi ve kendini tanıyarak Rabb’ini bilmek için verilmiştir. İnsanın nefsindeki acziyeti görmesi onu Allah’ın izzetini idrake götürür.
Elbise biçilmiş, dikilmiş olursa terzinin mahareti görünebilir mi?…
Hasta ve arık kişi olmazsa tıp sanatının güzelliği nasıl görünür? Ey ulu kişi!
Bakırların bayağılığı, aşağılığı olmasa kimya nasıl olur da zuhur eder?
Noksanlar, kemal vasfının aynasıdır. O horluk, yücelik ve ululuğa aynadır.
Çünkü yakinen zıt, zıddı gösterir. Zıtlık bilinmektir. Kim, kendi noksanını görüp anlarsa
yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kamil
sanan, ululuk sahibi Allah’ın yolunda uçamaz.
Noksanlıklar,
kemalatın aynası olmaktadır. Buna göre bir insanın kendisindeki
noksanlıkları görebilmesi, Rabbi’nin mükemmelliğini görmesine imkan verir.
Yusuf suresinin 53. ayeti ”Nefs daima kötülüğü emreder ”
“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadisinin bir nüktesidir.
Bir Allah dostu nefsi kötü vasıflarını şu şekilde vasıflandırmıştır ;
“Gaflete dalan, hayatı tatlı gören, ahireti unutan,Fahre meftun, şöhrete müptela , methe düşkün, hodbinlikte bihemta ve sersem ve namazdan hoşlanmayan. Bu vasıflara sahip olan nefis, imtihan gereği insanı şerre sevk ederek, kötülüğü emrederek emmare olduğunu göstermektedir. Emmare bir nefis kötülüğe aşık, harama düşkün, sefahate hayran, sarhoş; hep pislerden ve pisliklerden hoşlanan zavallı, hayırlı işlerde tembel ve ürkek, şerde cesur ve atılgan bir mizaca sahiptir. Şeytandan her vakit böyle ders alan nefis insanı hayırdan alıkoymak ve şerre sevk etmek için bir nevi vesvese ve telkinatlar yapmaktadır.
Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestai, heva da Bektaşidir. İnsanı saray gibi bir binaya benzetetir, o sarayın ehlini ve sakinlerini İnsandaki göz, kulak, kalp, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefis ve heva ve kuvve-i sehaviye (ihtiyaçlar)ve kuvve-i gadabiye (kötülüklerden koruma amaçlı) gibi şeylerdir. Her bir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. diyerek Allah’ın insana nefsi verme amacının, insan ruhunu barındıran beden sarayını korumak olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla beden sarayında padişah hükmünde olan ruhun, vezir mesabesinde olan aklın ve kalbin terakki ve tekamülünü sağlamak, ancak nefsin görevini amacına uygun yapmasına bağlıdır. Beden sarayını koruma amacı ile tutulan bir bekçinin yönetimi ele geçirerek ruhu ve aklı esir alması ve kalbi istediği gibi yönlendirmesi elbette büyük bir yıkımdır.
Rabbim nefsini tanıyan/ bilenlerden eylesin.. Nefsi emmarenin tuzaklarından da baid eylesin..
Marifetullahıyla yüceltsin muhabbetullahıyla nimetlendirsin ve en büyük gayemiz olan imanı billahla neticelendirsin… Vesselam..
Selam ve dua ile..
Selamun aleykum …
Lao Tzu’dan atı kaybolan yaşlı adam ve köylülerin öyküsünü aktaracağım bugün size. Dr. Wayne Dyer’in bir kitabında okuduğum günden beri unutmadığım bir ders içeriyor.
İslami Sohbet Platformu
Üç bin yıl önce yaşamış Çinli düşünür Lao Tzu’dan aktarılan, hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında acele karar vermekten kaçınmamız gerektiğini anlatan kısa ve etkileyici bir öykü. Atı kaybolan yaşlı adam ve köylüler.
Hayli basit, fakat insanın dar görüşlülük problemini hatırlatması bakımından o denli çarpıcı bir hikâye. Koca bir gerçeği bu kadar iyi anlatan başka bir öyküye rastlamadım. Çoğu kişinin zaman zaman yeri geldiğinde anlatmak istediği bir öykü, ancak bu kadar mükemmel anlatması zor.
İşte Lao Tzu’nun o meşhur, atı kaybolan yaşlı adam ve köylülerin hikâyesi.
Atı Kaybolan Yaşlı Adam ve Köylüler
Köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş, fakat öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki bu adamın, kral bile onu kıskanırmış. Birçok defa kral bu at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.
“Bu at, bir at değil benim için. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?” dermiş hep.
Bir sabah at ortadan kaybolur
Derken köyde bir sabah kalkmışlar ki, at yok.
Köylü, ihtiyarın başına toplanmış.
“Seni ihtiyar bunak. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Bu fakirlikte böyle değerli bir şeyi nasıl koruyabilirsin? Krala satsaydın, istediğin kadar paran olurdu ve ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler.
İhtiyar “Bir karara varmak için acele etmeyin” demiş. Sadece ‘At kayıp’ deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yargınız ve sizin yorumunuz. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.”
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler.
At bir gece ansızın döner
Ama aradan çok gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, kendi başına dağlara gitmiş. Dönerken de, vadideki bir düzine yabani atı peşine takıp getirmiş.
Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler.
“Babalık” demişler, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değilmiş, şimdi bir sürü atın oldu; adeta başına devlet kuşu kondu.”
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin ama yargılamayın! Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç, tüm bildiğimiz yaşamın yalnızca bir kesiti. Yaşam bir kitap gibidir. Bir kitabın ilk cümlesinin ilk kelimesini okur okumaz o kitabı nasıl anlayabilir, tamamı hakkında yargıya varıp fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa ihtiyarla açıktan dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek” diye geçirmişler.
İhtiyarın oğlu attan düşer
Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatağa hapsolmuş.
Köylüler gene gelmişler ihtiyara.
“Bir kez daha haklı çıktın” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın” demişler.
İhtiyar “Siz yargılama hastalığına tutulmuşsunuz, hep erken karar veriyorsunuz” diye cevap vermiş. “O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin yargınız ve yorumunuz. Ama acaba ne kadar doğru! Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez. Fakat siz her şey yaşanmış gibi sonuç çıkarıyorsunuz!”
Gençleri askere alırlar
Derken birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile ülkeye saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.
“Gene haklı olduğun kanıtlandı” demişler. “Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.”
“Siz erken karar vermekten kurtulamıyorsunuz. Daima yargılıyor ve sonuç çıkarıyorsunuz” demiş, ihtiyar.
“Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu Allah bilir.”
Öyküden çıkan ders
Lao Tzu, etrafına anlattığında öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış:
Yargılamayın ve acele karar vermeyin! O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Yaşamın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında yorum yapmaktan ve sonuç çıkarmaktan kaçının! Yargılama aklın durması halidir. Yargılayıp kararınızı verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karar vermeye ve bir sonuca varmaya zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Yargılamak, bir son nokta koymaktır. Oysa seyir asla sona ermez; bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, bir diğeri açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.
Uzun sözün kısası: Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının!
Lao Tzu hakkında
Lao Tzu (Lao Çu diye okunur), aslında Çince “Yaşlı Bilge” anlamına gelen iki sözcük. Ne zaman yaşadığı konusunda kesin bir tarih olmayan Lao Tzu, günümüzde Taoizmin kurucusu olarak kabul ediliyor.
Lao Tzu ile ilgili ilk bilgiler M.Ö. 100’lü yıllarda bir Çin tarihçisi tarfından yazılmış bir eserde bulunuyor. Bu eserde, Lao Tzu adında (farklı adları da var) bilge birinin Çin’in Honan eyaletinde doğduğu yazar. Çin tarihinde en uzun ömürlü Hanedan olarak bilinen Cheou (Çu) hanedanı (M.Ö. 1028- M.S. 256) döneminde, saray arşivcisi olarak görev yapmıştır.
M.Ö. 650-350 yılları arasında, sözlü olarak nakledilen öğretilerin zaman içinde yazıya aktarılmasıyla oluşmuş Tao Te Ching adlı eserin Lao Tzu’ya ait olduğuna inanılır. Ancak eserle ilgili olarak yapılan araştırmalar, eserin birden fazla yazarının bulunduğunu ve metne zaman içinde ilaveler ve düzeltmeler yapıldığını ortaya koymuştur.
Dini Sohbet Platformu
Yeni yazılarda buluşmak üzere selam ve dua ile..
İnsan, fıtrat olarak kainatta her şeye muhtaç olarak yaratılmıştır. Bu muhtaç olma vasfı, insanı bütün mevcudat ve mahlukat ile alakadar ve ilgili yapıyor. İnsanın fıtratında, bütün mahlukatı sevecek ve yutacak kadar geniş bir muhabbet kabiliyeti de vardır. İnsan bu kabiliyetinin yüzünü mahlukata çevirdiği için, koca dünyayı hanesi gibi seviyor. Bununla da yetinmiyor, ebedi cennete bahçesi gibi muhabbet ediyor.
islamisohbetçi
Aslında bu geniş muhabbet kabiliyeti insana mahlukat için değil, Allah için verilmiştir. Ama insan bunu suiistimal edip, bu muhabbet kabiliyetini mevcudata sarf ediyor. Allah da ceza olarak mevcudata firak ve ayrılık acısını koymuş. Zira insanın şiddetli muhabbet ettiği mevcudat üzerinde fanilik ve zeval damgası var. Fena ve zeval de insanın kalbini yaralayan ve kanatan bir azap vasıtasıdır. Ne kadar muhabbet ettiği şey varsa, ona azap vasıtası oluyor. Bu azaba insan müstahaktır. Zira bu muhabbet kabiliyeti, mevcudat için değil, Allah için insana verilmişti. İnsan bu duyguyu yanlış yerde kullandığı için, cezasını da peşinen görüyor.
“Ya Bâki Entel Bâki” cümlesi insanın şu yanlış ve hastalıklı tutumunu değiştiren ve tedavi eden bir cümledir. Bu cümle ile insana; “muhabbetini fena ve zevalden münezzeh olan Allah’a yönelt,” diyerek insana gerçek mahbubu gösteriyor. Halbuki mevcudat fenaya ve ölüme mahkûm olduğu için, bu muhabbete değmiyorlar.
Öyle ise muhabbet ancak ölüm ve zevalden mukaddes olan Allah’a mahsustur. “Baki olan sensin” derken, mevcudatın fani olduğu ilan ediliyor. Öyle ise kalbini fani olana değil, baki olana tevcih et ki rahat ve saadete eresin, firak ve ayrılık acısından kurtulasın, denmek isteniyor.
Mevcudat fani olduğu için, kalbin ilgi ve muhabbetine değmezler. Zaten mevcudatta sevmeye sebep olan bütün güzellik ve mükemmellikler, Allah’ın güzellik ve mükemmelliğinden yansıyan zayıf gölgelerdir. Asıl güzellik ve mükemmellik kaynağı olan Allah dururken, onun çok perdelerden geçmiş zayıf gölgelerini sevip, acı çekmek akıl karı değildir. Öyle ise “Ya Bâki Entel Bâki” deyip, bütün muhabbetimizi Allah’a vermeliyiz.